24 Mart 2019 Pazar

, , , ,

Yakarış



Çıkmış o yıkık dökük harabe evden,
Ardına bile bakmadan
Bir zamanların umut ekip, rüya biçtiği taş duvarlarının arasında,
Kara bir kedi öylece dolanırken.
Fakat 'orada bırakacağım'dediği tüm üzüntüyü, kederi ve elemi ,
Taşıyormuş yanında ve karanlığa rağmen,
Ölüme ve hastalığa inat,
Pembe dantelli incecik bir bluzla beraber
Hasır geniş şapkasını geçirmiş kafasına,
Elinde minik minicik bir çanta ile kafa tutmaya çıkmış yola.
Kime karşı, neden, nasıl bilinmez.
Etrafta nazlı, sayılı günlerine rağmen gururlu bir şekilde
Kafalarını sallayan sarılı beyazlı papatyalar,
En az onun kadar naif ve en az onun kadar gururlu.
Neler neler, hangi sırları anlatmışlar ona, işitmemiş, duymamış,
Sanki hiç çıkmamış gibi o harabeden
Aklında taşımış tüm o anıya dönmüş anları.
Ve giderken yolda, yalnız kalmamış ya hiç,
Çimenler dahi eğmiş boyunlarını,
Onun üstlerinden geçen minik minicik adımlarından bağımsız.
Bir diyeceği var belli demişler,
Bir derdi var büyük demişler,
Konuşmuşlar aralarında fısıltıyla.
Gürültücü rüzgar dahi söndürmüş sesini,
Minik bir fısıltıya dönüştürmüş koca gümbürtüsünü.
Yalnızmış ya değilmiş aslında,
İzleyeni çok onun, seveni de var belli.
Fakat o görmemiş hiçbirini, yalvaran bakışlarını
Ne rüzgarın fısıltısını duymuş ne papatyaların tiz çığlığını.
Hepsi bir ağızdan ‘yolun sonu değil’ dese de ardına bakmıyormuş hasır şapkalı kadın.
Bulutlar şekil değiştirip durmuş,
Kafasını kaldırsa ah biraz keşke,
Toprak oynamış ayağının altında,
Sallanmış biraz, fakat devam etmiş o yolda.
Deniz kıyısına vardığında öylece çökmüş ya çakıl taşlarının üzerine,
Ağlamışlar hep birlikte.
Deniz tuzu mu daha tuzlu, gözyaşı mı yoksa? ‘En çok kim ıslatacak’ diye sormuş ‘bu dertsiz umarsız koca koca kayaları? Ben mi yoksa sen mi?’’
Cevap yok denizden, köpürmüş sadece, sinirden mi kederden mi? ‘Tamam hazırım ben de’ demiş, ‘Boyun eğdim ulu Tanrıya, boyun eğdim hayata, büyük olmadığımı öğrendim, zerreden farksız bedenimi salacağım koca tuzlu maviliğe’
Biz vardık ardında, öylece izledik onu,
Kalbimizde hançer saplı
Durduramayız onu
Dilimiz mühürlü
Konuşamayız onunla
Ve kollarımız tutmaz
çekemeyiz onu.
Fakat gene de var gücümüzle yaydık içimizdeki
‘Dur gitme,
Yaşamaya mecbursun
O seni çağırana kadar’.
Duydu mu bizi bilmem,
Ensesinde duyduğu ılık, ıpılık ürpertiyi
Anladı mı bilmem.
Biz kimiz asla söylemem.
Fakat durdu;
Islanmış kırmızı pabuçlarıyla
Kıyıda öylece durdu.
Tuza ve suya boğdu tüm kıyıyı
Hıçkıra hıçkıra büyüttü dalgaları
O zaman anladık, o da bizden biri.
Ve deniz yaladı yuttu tüm kasabayı.
Siz bilmeseniz de, siz görmeseniz de
Her an her şey sil baştan yıkılır buralarda
Siz yapılışına şahit olursunuz.
Hep var sansanız da
İçinizden birileri
Varoluşun büyük acısına katlanamayıp
yıkar tüm dünyaları.
Biz biliriz.
Biz görürüz.
Tüm yapılışların ve tüm yıkılışların şahidiyiz.
Alaş!
Tanrı, içimizde,
Tanrı sizinle.
Tanrı bizimle
Ve Tanrı, kendisi bilmese de
Hasır şapkalı kadınla.

Esindaş

9 Mart 2019 Cumartesi

, , , ,

Düşmek, Düşünmek ve Düş Görmek



" Sakin ol, her şey yoluna girecek lafını birilerinden duymayı o kadar isterdim ki; birinin sırtıma vurup hiçbir sorunun olmadığını söylemesini, hayat bu demesini, yanlış yoktur demesini. Tek yanlışın bir şeylerin yanlış olduğunu düşünmek olduğunu söyleseydi ya biri bana! Sırtıma usulca dokunup; 'her şey geçiyor, kış da bahar da , yağmur da kar da, güneş de ay da, sen de ben de, önemi yok dolayısıyla ne senin ne benim' demeliydi birisi. Ağlamamamı üzülmememi, göz açıp kapayıncaya kadar avuçlarımdan kayıp giden bir ömrün elemle, kederle geçmesi kadar acınası başka bir durum olmadığını, ne olursa olsun, hayata ve tanrıya, evrene ve yıldızlara, aya ve güneşe, atalarıma olan inancımı kaybetmemem gerektiğini. 'Doğduğunu nasıl bilmiyorsan, öldüğünü de bilmeyeceksin, bir an varsın, hemen ardından göçüp gitmişsin' demeliydi o kişi bana. Annem demeliydi, babam demeliydi. Gök gözlü dedem, gök gözlü ninem demeliydi.
Hayır demedi fakat kimse. Doğuştan bende var olan melankoliyi anlayamadılar, anlatamadım. Yağmurla, rüzgarla, depremle, yıldırımla, şimşekle mücadele edemeyeceğim söylenmeliydi bana. Boyun eğmeliydim belki de. Ne de olsa hayatın ta kendisinin boyun eğmeyenlerle ilgili bir sorunu var gibi. O boyun eğilecek, o kibir bitecek, o gururla bakan gözler, gözyaşıyla dolacak, yerçekimi kurban ister, yerin altı kurban ister ve ne acıdır ki; gökten geleni yutar, yerin dibine çeker. Ellerİn o yüzden göğe dua eder de sen bilmezsin nedenini. "Kurtar beni tanrım, bir güç benİ çekiyor. Kurtar beni tanrım çok fecİ düştüm ve düşüyorum. Göğe katına al beni". İç çekişlerin yersiz, iç çekişlerin boşuna. Avuçların terler, kendini çekip kurtaramazsın topraktan. Topraktan imal kırılgan bedenin, geri dönüşecek elbet yapıldığı maddeye.
'Çok feci düşmüşüz, haberimiz yok, düşerken düş görüyoruz, haberimiz yok, düşerken düşünerek var ediyoruz haberİmiz yok. Hepsi bir düş haberimiz yok.'
Bunları da deseydi ya o biri bana. Düşe kalka öğrenmeseydim, hiçbir şeyin ama hiçbir şeyin kalbimdeki cevherden daha mühim olmadığını neden demedi kimse bana? Olaylar geçer, mevsimler geçer, rahimler açılır, mezarlar açılır, birkaç kemik parçası için miydi onca savaş?. "Gözlemleyen gözlemlenenin bir parçası olduğunda işte o zaman olan olur, sakın tepedeki gözlem evinden ayrılma" da denmedi bana. Kendi kendime düşüp düşünüyorum öylece şu koca düşün içerisinde."

Gökkuşağı renkli bir kazak vardı üzerinde, kapalı havaya, griye, siyaha, laciverte inat güneşin renklerini giymişti üzerine. Ve de buraların havasına karşın huzurluydu o, sakindi o. Güneş imiş ismi zira. Her hafta aksatmadan ip alırdı benden, rengarenk ipler. Arada bir yaptığı şeyleri giyer gelirdi, tıpkı bugünkü kazağı gibi, her seferinde yapılışındaki incelik afallatırdı beni. İnanılmaz güzellikte kazaklar, bluzlar, etekler çıkardı ellerinden. Renkler daha bir çoşardı sanki, şekiller başka diyarların kapıları gibi gelirdi gözüme. Nasıl bunu beceriyor bilemezdim. Sormalıydım, bu fırsatı kaçırmamalıydım: - Affet sorumu şimdi. Çok güzel konuşuyorsun, çok güzel anlatıyorsun. Başından neler geçti kimbilir. Asıl merak ettiğim şu; neden sürekli örüyorsun ve nasıl bu kadar güzel olabiliyorlar?

Gülümsedi hafifçe narin sarı bir papatya gibi, saçlarının arasından bir demek ışık geçti, kızardı iyice, gözlerine değdi sonra o ışık, pasparlak iki küreye döndüler. Afallamıştım 'nesi vardı bu kızın böyle'
Saymak için örüyorum, sayılarla örüyorum, ilmek sayıyorum, sayarken anıyorum ayı, yıldızları, dağları, tepeleri, denizleri ve okyanusları Tanrımı anıyorum. Başka bir şey düşünmeme gerek yok benim. Hayat ister üzerinizden kara bir bulut gibi geçsin ve sırılsıklam etsin sizi, ister parlak bir güneş ısıtsın sizi, ister ayağınızın dibindeki yer sallansın ve ister arkanızdaki dağ yıkılsın sadece sayıyorum ben. 1,2,3,4,5. 1,2,3,4,5. Doktor doktor dolaştırdılar beni sayma hastalığımın tedavisi için. Fakat aslına bakarsan önce doktor hanım ve beylerin kendilerini tedavi ettirmelerİ lazım, sağlam bir inanç ve temiz bir kalp için. Şaşkın şaşkın bakmayın öyle. Zararım yok benim. Şimdi sizinle konuşurken içimden 10 defa 294983740 sayı. - Zikretmek gibi öyle mi?
- Bilmem ki. Bu benim doğrum. Kapıları bu yolla açıp kapıyorum. Nasıl diyeyim, bu dünyanın yükü omuzlarıma düştü ve ben de düşmekten ve düşünmekten yoruldum. Bir kapı var ki, onu açarsam tamamen gideceğim belki de. Fakat neyse, başınızı çok şişirdim, deli saçması bunlar, çok kanmayın bana. Hoşçakalın.

O kadar hızlı kalktı ve gitti ki, başım döndü hızından. Hiçbir şey diyemedim. Yoğun bir gündü o gün. Baya bir müşteri dolmuştu. Unuttum sayılır neredeyse. Çoluk çocuk ve eşim derken pek düşünmedim kızıl saçlıyı. Fakat o bir daha hiç gelmedi. Haftalarca, aylarca gelmedi. Kayıp ilanı çıkarmış ailesi. İşte o vakit düştü aklıma düşlerin, düşüşlerin, düşünmelerin çok çok ötesine geçmeyi başaran kızıl saçlı, zümrüt gözlü kız.

Esindaş