25 Aralık 2018 Salı

, , , , , ,

Rüya Sokak


Tanrı gözünü kırptı
Ve tam o anda ben,
Doğdum, büyüdüm ve öldüm.
Her ölümümle
Doğdum.
Her doğumumla öldüm.
Arada uğradığım
Rüya caddesindeki
Sarmaşıkların arasına dolandım.

Rüya caddesinde gözümü açtım,
Uzun uzun uyumuşum,
Ömürler boyu,
Ölümler boyu
Asırlar boyu,
Tanrının saniyeleri
Benim tüm hayatımmış meğer,
Uyanınca farkettim.
Sonra sonra gördüm ki;
Gök maviymiş.
Ama bildiğiniz gibi değil!
Bildiğim gibi değil!
Parlak, ışıltılı bir mavi
Yeşil ya da gri.
Ve pamuk pamukmuş bulutlar.
Kırmızılı, turunculuymuş yerler.
Bazı bazı yere inermiş gök
Islanırmış toprak,
Bazı bazı göğe çıkarmış yer
Kızıllaşırmış gök.
Yer neyse gök oymuş
Ve gök neyse yer o.
Yansırlarmış birbirlerine.
Ve tüm yansımalarla bir
Yanılsamalar doğarmış
Zihinlerimizin içine.
Ve tüm dünyalar
Döner dururmuş.
Bizim için, bizle beraber.

Rüya caddesinde gözümü açtım.
Ve şimdi tekrar uyuyacağım.
Hatırlamazsam eğer
Sonsuza kadar derler.
Sonsuza kadar
Dönüp duracakmışım.
Su gibi,
Buhar gibi, buz gibi.
Hoşçakal mavi ve kızıl
Unutursam affedin.
Unutmazsam beni de alın.

Esindaş

14 Aralık 2018 Cuma

, ,

İstavritin Kanatları


Sabahın altısı, uykuya kapatamadığım gözlerimi
Denize açtım iyice.
Dünyanın sonu gelmiş gibi bir havada,
Rüzgarla büyüyüp, kabaran dalgaların üzerinden,
Gecenin karanlığı henüz tam çekilmemişken,
Doğup doğmamaya kararsız güneşin
Sarı, kızıl kanattığı bulutlara dalan gözlerimi
Yavaşça ovuşturdum.
Gök renkli, fırtına renkli deniz
Yıkıp geçmek istercesine
Ağzından köpükler çıkararak hırçın ve öfkeli
Bana yöneltti ellerini.
Uzaklaşmadım geri
Üzerimdeki canlılık denen ağırlığı
Yer çekiminden sonsuza değin
Kurtarmak adına
Karanlık sulara izin verdim.
Gecelerdir kapatamadığım gözlerimi
Kapattım suyun soğuk grisinde.
Yer çekimini böylece kovarken ben
Balıkçı teknesinden pek ufak bir istavrit
Sıçradı önüme,
Minicik yüzgeçleriyle set çekti denizin öfkesine.
Ve durdu birden.
Küçücük bir balığa teslim oldu
Koca su.
Şaşırdım, bıraktığım bedenimi
Geri topladım.
Ve sordum:
"Şu kadarcık bedeninle nasıl karşı koydun
Şu koca suya
Ey be küçük balık"
Ve konuştu:
"Ben bir balık değilim
Şekilden şekile girenin ta kendisiyim.
Sanma ki yer çekimini toprağa gömülerek yenebilirsin.
Ne de suya.
Önce uçmayı öğren yaşarken
Keza göğe yükselmeden,
Ne çamurdan ne de topraktan imal bedeninden kurtaramazsın kendini."
Ve uçarak gitti balık.
Ben; kanatsız ve ıslak
Geri döndüm mecbur.
Ve uyku tutmaz gözlerim saatlerce kapalı
Uyudum, uyudum, uyudum.
Rüyalarımda hep uçtum, hep uçtum ve hep uçtum.

Esindaş

12 Aralık 2018 Çarşamba

, ,

Kaçış


Oradaydım.
Soğuk ve yağmurlu bir kış günü,
Dış tarafı çamurdan pislenmiş
Kerpiç bir evin içinde.
Duvarda dayıma gönderilmiş
Artist fotoğraflı kartpostallar.
Kenardaki bir ayağı kırık, tozlanmış masanın üzerinde
Pilli, anteni kopmuş bir radyo.
Ne bir kanal çeker, ne doğru düzgün çalışır.
Tahtadan divan üzerine kurulmuş dedem.
Ninem mutfakta kararmış, dibi tutmuş
Sahanlardan birinde mis gibi tereyağlı yumurta yapmış
Başka şey yemem diye söylenince ben.
Tezek kokuyor ev.
Hemen yan tarafta; boynunda nazar boncuklu kolyesiyle sarı kızın ahırı
Ve bir kümes, içinde; el bebek, gül bebek
Bakılan, sevilen tavukların olduğu.
İnek insandan daha değerli burada.
"Onsuz insan ne eder"
Der durur ninem.
Bense sömestir tatilinde burada olduğum için,
İçimden bilmem nelere nelere lanet eder halde,
Oflayarak puflayarak dolanıyorum daracık odanın içinde.
Tahta pencerelerden su giriyor içeri.
Tiksiniyorum içeriye dolan su birikintisine bakarken
Sobaya sokuluyorum biraz daha.
Dakika sayıyorum, saat, gün.
Ve şimdi ise
Saya saya 40 yılı devirdim
Köyden eser kalmadı,
Sarı kızdan.
Nenemim bizden daha değerli tavuklarından.
Velhasıl ne dedemden, ne nenemden.
Fakat aklımın bir köşesinde ben
Bir türlü sevemediğim o yerden
Ayrılamıyorum bir türlü.
Ve tarladaki yemyeşil buğday başaklarının arasında
Uzanarak gökyüzüne bakmaktan ötesini
Hayal dahi edemiyorum.
Acınası, içinden çıkılamaz
Kahrolası bir döngüye hapsolmuş
Zavallı, en zavallı, pek zavallı
Bu insan,
Aklını buğday başaklarının orada kaybetmiş
Ve zıvanadan çıkmış bir makinenin içinde,
Boynunu sıkarken görünmez eller,
Zihninin içinde
Hep oraya kaçmış.

Esindaş

10 Aralık 2018 Pazartesi

, , ,

Gerçekliğe Acıyorum


Kıpkırmızı battı güneş,
Değişik bir sessizlik,
Öyle ki; gün batımını iple çeken kuşlar dahi sessiz.
Oracıkta beni bekleyen
Karalanmış bir kaç kelime ile mi kızıl derinliği sorgulayacağım,
Şimdi şu anda kamaşan gözlerimle, uğuldayan kulaklarımla,
veyahut da haberci bulutun ağzından dökülmeyen lafları anlamaya çalışacağım,
Yer yeksan olmuş zihnimle.
Yer kızıl, gök kızıl.
Korkmuyorum hayır,
Kutsal ve ulvi olandan
Düz,dümdüz gerçekliğe
Düşüşümü yadsıyorum sadece.
Dönüşümün ve düşüşün ülkesine
Yuvarlanarak varıyorum.
Vararak var oluyorum.
Düşerek ve kayarak,
Her rüyadan,
Her gün batımından, her gün doğumundan
Saniyeler sonra
Gözlerimi gerçekliğe açıyorum.
Acıyarak, acıtarak.

Esindaş
, ,

Kalbi delik


Kalbini çok kırmışım,
Kalbi yerinde
Kocaman koskocaman bir delik varmış
Öyle dedi bana.
"Her şeyi, beni dahi
Yutacaksın o vakit" dedim
"Kara kapkara bir deliksin sen."
"Hem" diye ekledim,
"Bir insanın kalbi
Örgü şişi ile delinebilir mi hiç?
Ben ki;
Dünyaları örüyorum belki,
Seni ördüğüm,
Şu pencereden dışarıyı izleyen
Karman curman renkli kediyi ördüğüm gibi.
Ya da kimbilir,
Beynimi örüyorumdur.
Minik minik ilmekler, düğümler atıyorumdur
Kaygının, endişenin olduğu yerlere.
Tıpkı yaraya yapıştırılmış
Yara bantı misali
Kapatıyorumdur zihnimden akan zehri.
Yamadır belki, tutmaz.
Peki öyle bile olsa
Tüm yaşantımız,
Ya tutarsa'ya bağlı değil midir?
Senin, benim ve diğer herkesin."
Ve ekledim; "Yanlışın var,
Örgü şişi ile kalp kırılmaz
Kalbine iyi bak,
Çoktan kırılmışsa eğer, sen fark etmeden
Birleşen yerleri hissetmişsindir,
Kalbi olduğunu hissedince insan,
Hüzün de basar, acı da, sevgi de, öfke de.
Örgü şişine şükret sen."

Esindaş
, , ,

Sarmaşık Uyanış


Uykusundan uyanan bir kızın hikayesi bu,
Başlangıcı buymuş,
Gecenin zifiri karanlığındaki güneş.
Sonunu göremesem de demiş,
Gördüğümü anlatacağım herkese
Fakat kimse yokmuş aslında.

Güneş doğmuş gecenin ortasına
Uykusundan uyanan kızın penceresinden içeriye,
Bir kaç dal ile beraber,
Bir kaç ışık demeti.
Yatağından doğrulmuş,
Pencereden dışarıya uzanmış.
Kollarına dolanan sarmaşıklarla beraber,
Çizgi çizgi beliren sapsarı kör ışık.
Nefes almadığını farketmiş,
Gündüzün gece, gecenin gündüz olduğunu.
Ölmemiş, eminmiş
Ya da değilmiş, kim bilirmiş?
Ölü neymiş, diri neymiş?
Oradan oraya geçmiş gibi,
Yatağından öylece doğrulup,
Kendini saran sarmaşıklarla,
Gece doğan güneşi heybesine katıp,
Ayrılmış gariplikler ülkesinden.

Esindaş
,

Önce Vatan


Geldi kızılca kıyamet!
Hiçbir şey olmayacakmış gibi
Sakince oturan
Habersiz insanların üzerine.
Yağdı kızıl korlar.
'Daha dün' dedi birisi;
'Şuracıkta koyun otlatırdım.
Sütü pazarda kaç paraya satacağımın derdi ile boğuşurdu zihnim.
Toprak benimdi ama, su benimdi, hava benimdi.
Hiç geçirmedim aklımdan,
Ben sütün parasını düşünürken
Alacaklar koyununu benden,
Alacaklar toprağımı benden,
Suyumu, havamı benden!
Keşke dedim içimden,
Önce vatan deseydim,
Önce vatan.'
Kıpkızıl toprak
Ve kan ağlayan bulutlar,
Bir olmuş halkın
Kalbine ve bedenine saplanmış o hançer için
Bizden daha dertliler,
Bizden daha üzgünler!
Sahip çıkmalıyız onlara
Etraflarında çember oluşturup,
Geçit vermemeliyiz kahpe kurşuna.

Esindaş
,

Pişmanlıklar


Gecenin bu saatinde sokakta, anca, yükleri ağır, omuzları düşmüş, yaşamakla yaşamamak arasında sıkışmış kalmış, yüreklerindeki acının aksine gözlerine delici bir umursamazlık düşmüş gariban, çaresiz insanlar dolanırdı, aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya. Başlarını kolay kolay kaldırıp yukarıya bakmazlardı, bakamazlardı, boyunları eğik, başları eğik, yaratıcıdan umudunu kesmiş yaratılanlar ordusu. Bu sokağın özelliği buydu, tek bir sokakta sanki tanrının elini, eteğini çektiği, gazapla doldurduğu insanların tüm acısı birikmiş, şehrin diğer kısımlarına ulaşmasın diye, çevresi koca koca betonlarla çevrilmişti. Lüks plazalar, yıkılmak üzere olan iki üç katlı apartmanların üzerine gölgelerini vermekle kalmıyor, tüm haşmeti ve ağırlığıyla başaranlar ve başaramayanlar arasındaki büyük farkı gözler önüne seriyordu.

Üzerimde eskimiş, yer yer delinmiş sabahlıkla pencerenin önüne oturmuş, dolaplardan birinde zar zor bulduğum kahveyle kendime neredeyse ziyafet çekiyordum. Küflenmiş peynir ve bir iki dilim ekmek de vardı bu sofrada. Kirasını gene geciktirdiğim iki odalı bu evin belki de en güzel tarafı, tüm komşularımın bir nevi hayattan koparılmış, kendi kararlarının esiri olmuş güzel kafalı, sohbeti hoş insanlar olmasıydı. Evet, biz büyük hayallerİn yıkıntıları altında kalmış ve de kalkmaya mecali olmayan, kimilerine göre küçük, kimilerine göre fazla büyük insanlar olarak, pişmanlıklar apartmanında yerlerimizi almıştık. Çok değil iki üç seneye ev sahibi bir inşaat firmasına verecekti elbet bu viraneyi de, parlak insanlar otursun diye, bizi yıkıp geçeceklerdi ki baktığında değerimiz ne olabilirdi ki? İki üç notanın oluşturduğu bir melodinin altınla ölçüşemeyeceği bariz değil miydi?

Her zaman böyle bir insan değildim elbette. Kendi kendime, birer birer tuğla koyarak ördüğüm hayatın içine hapsolduğumu hissetmemle beraber, her şeyi, dört köşenin arasındaki her şeyi, tüm emeklerimi, işimi, aşımı, karımı ve çocuğumu tek çırpıda, bir sabah kafamda aniden beliren çılgınca bir düşünceyle bıraktım ve gittim. Özgürlüğe, yapmak istediğim şeye doğru yelken açtım. Ben bir müzisyenim. Hayatım boyunca yapmak istediğim tek şey de müzik olmuştur. Kafamda notalar ve melodiler döner, bazı bazı dünya kocaman bir müzikal bahçesidir gözümde. Dünyanın melodisini duyarım gece gözlerimi kapattığımda, ayın, güneşin ve de yıldızların türküleri ile titreşir yüreğim fakat şimdi görüyorum ki aslında ciğeri beş para etmezler konumuna çoktan koydu geçmişimdekiler beni.

Nasıl anlatırım bilemiyorum? Bir taraftan lanet olsun müziğe ve müziğin tanrısına, diğer taraftan başka türlüsünü hayal dahi edemem ki ben . Belki bir gün herkes Tolstoy olacak ve müziğin aslında sana bilmemen gereken, duymaman gereken şeyleri söyleyen ve tam da bu yüzden dilini çözemediğin bu acaip 'şeyin' seni kimselerin bilemediği, kimselerin göremediği, vahalara, cennetlere ve cehennemlere taşıyan, sırra vakıf olmadan, yarım yamalak bildiklerin ve gördüklerinle seni esir alan esareti altında seni köleleştiren bir gizem curcunası olduğunu anlayacak. Elimde bir anahtar ve hangi kilidi açtığını bilemiyorum ve sırf bu anahtar için yaktım, yıktım ve de toza döndürdüm.

Gün ağarıyordu yavaştan. Oturduğum yerden başımı kaldırıp aynaya baktım. Hüzün ve pişmanlık dolu gözlerime, birbirine giren saçıma, sakalıma. En çok kim acı çekti benim yüzümden? Çalıştığım iş yerinin patronu değildir elbet, gerçi harbi bir insandı ve severdi beni, gene de altı üstü bir çalışanım. Çalışma arkadaşlarım belki, nedensiz toparlanırlardı çevremde, ne de olsa gülmeyi de severdim güldürmeyi de. Kalbimi kimseye tam olarak açmadım ben, gülüşlerimin altında yatanı bilmez kimse. Mutluluğumu, mutsuzluğumu da. İnsanlara en ufak acımı gösteremem, ben ne de kanayan yaramı. Böylesine bir yalnızlık çok tehlikeli çok.

En çok acıyı anam çekti benim yüzümden hala daha üzülüyor halime. Ah anam ah, gel yerimde ol da, benim gibi bak hayata, anlam görülmeyen yerdeki anlamı görür gibi olurum ben ve anlamı olan çoğu şey gözümde o derece manasızlaşır ki, sanki manasızlıklar denİzinde boğuluverecekmişim gibi kaçarım oradan.

İnsanlar doğar, insanlar ölür. Tüm bunların arasında bir kaç nefeslik can ile, kendimi kapatmalı mıydım hayatın zindanına? Bu, küle dönecek beden vasıtasıyla görüp göreceklerimle yetinmeli, aldanmalı mıydım? İnanmalı mıydım yeşilin yeşil, mavinin mavi olduğuna? Eğer hayat bu kadarsa ve ben eninde sonunda çürüyecek bu bedenden ibaretsem, zaten bu bugün olmuş, yarın olmuş ne fark ederdi ki? Bilmeliydim bana gösterilmeyen şeyin ne olduğunu, görmesem de duymak istedim, duyurmak istedim, ötesiyle ilgili ufaktan bana sızdırılan ya da en azından benim öyle olmasını dilediğim o kutlu bilgiyi.

Gerçek manayı buldum gibi anne! Sayfalarca melodim var benim. Her biri bir anahtar gibi. Örtü kalkıyor arada sırada ve ben o ihtişam, güzellik ve sevgi karşısında o kadar küçülüyorum ki, bir daha asla kalkamayacakmışım gibi soluğumu kesen bir büyü ile efsunlanıyorum. Görülmemesi gereken, duyulmaması gereken ne varsa bir görünüp, bir kayboluyorlar ve ben deliriyorum, manyak oluyorum. Yakamoz gibi ellenmeyen, parıldayan şeyler deryasında ben, küçülmüş ben... Kahvem çoktan bitmişti, güneş epey yükselmiş, yatma vaktim gelmiş. Gündüzleri parlamayı sevenlere bırakıyorum, benim gözlerimi alıyor o kadar parlaklık, geçmiş yaşını, kırışıklıklarını, elmaslarla, yakutlarla kapatmaya çalışan yaşlı bir kadın gibi yeryüzü de üzerinde kaynayan kötülüğü güneş ışığı altında mazur gösteriyor, fakat ben görüyorum!

Yatmadan son bir kez gitarıma baktım. Sessizce iyi uykular diledi bana, bir tek ben duydum.

Esindaş
, , , ,

Fırtına


Sonunda karar verip evden dışarı adımımı attım, pek hevesli değildim gerçi, ne denize girmeye ne de güneşle yüzleşmeye fakat günlerdir evden dışarı çıkamamanın verdiği bunaltı daha fazla oturmama engel olmuştu. İçeride bıraktım onu, kendi kendine idare etmeyi biliyordu, hatta belki de günlerce tek başına kalabilirdi eğer ki ben daha kaygısız bir insan olabilseydim ya da daha arkadaş canlısı.

Yavaş yavaş indim yokuştan, benim gibi bir kaç insan da yürüyordu; anneler ve çocukları, mahalleden komşular, sevgililer, yazlıklara gelen misafirler. Bir kaç tanıdığa başımla selam vermek zorunda kaldım göz göze gelince. Hiçbir gruba ait olamamak böyle bir şey işte ya da kendi zihninin içine hapsolmak ya da geride bıraktığınız kişinin zihnine hapsolmak, hem bundan bir dereceye kadar memnun olmamak hem de kaçmak için hiçbir şey yapamamak. Başımı önüme indirdim ve şapkamın kenarları arasına sığındım. Sahil oldukça kalabalıktı. Kayalık ve bolca deniz kestaneli bir yer olduğundan genelde iskelelerden girmeyi tercih ediyordu insanlar fakat ben değil. İlerleyerek kuytu bir kayanın dibinde şans eseri boş yer buldum. Hava çok sıcak değildi ve karşı koylardan gelen tatlı bir esintiyle minik dalgalar eşliğinde sallanıyordu deniz. Çok vakit kaybetmeden atladım denize, harika bir ılıklığı vardı, uzunca bir süre çıkmadım da ta ki rüzgar artana, dalgalar kıyıya çok daha sert vurana kadar.

Aklım bir taraftan da oğlumdaydı. 30 yaşındaydı. Yaşıtları çoktan iş güç sahibi olmuş, evlenmiş yuva kurmuşlardı; tabi bunlar, sözüm ona mutluluk, güvence vermesi beklenen ve bir nevi insanın aslında ne kadar yalnız olduğunu unutturuverecekmiş gibi kurumlaşmasını sağlayan müstesna ve güzide faktörler fakat hayat yapacağını yaparken her türlü güvenceyi, her türlü kurumlaşmayı bir çırpıda söküp atabiliyor.

Hayata karşı insanların gerçekte güvencesi ne olmalı sorusunun cevabı şu yaşıma rağmen hala bende yok ve de dolamayan boşluğu nasıl anlamlaştırabileceğime dair bir ipucu ki o boşluk en çok da o kazadan sonra gözüme görünür olmuştu.

Oğlumu tam olarak anlayabilmemin imkanı yok. Zihninde neler geçiyor, ne düşünüyor bunların hiçbirini bana anlatmadı. Elimde 5 yıl önce bana dedikleri dışında onunla ilgili hiçbir bilgim yok. Bilge kişilerin dediği gibi; "hiçbir şey zamanın hiçbir noktasında sizin olmamıştır, bu bir illüzyondur". Oğlum da bana bir yabancı. Dalgalar gitgide büyüyor, ayaklarıma kadar değmeye başladı su. Bu mevsimde denizi böylesine dalgalı görmeye alışık değilim, şaşırdım biraz, ayağa kalkıp insanları gözlemledim, dalgaların farkımda değillermiş gibi rahat rahat takılıyorlardı, ben de umursamamaya karar verdim.

Aklımın beş yıl öncesinde bu derece takılı olması hepimiz için büyük bir travma olmasıydı ki o travma neticesinde 'hayatta bir şey olmaz' dediğim evliliğim bitti. 27 senelik evliliğim tek kalemde sonlandı. Hayatın vururken iyi, kötü, yalan, yanlış ayırt etmediğini ilk defa o zaman kendi gözlerimle gördüm; aslında herkese eşit mesafeliydi fakat mesafeyi koruyamayanlar insanlardı. Hayatın onların lehine ya da aleyhine olduğuna inananlar, seçilmiş ya da bahtsız olduğunu düşünenler arasında da hayat için bir fark yoktu. Fırtınanın hangi ağacı, hangi aileyi devireceğinin umurunda olmaması gibi.

O gün fırtına bize çarptı. Böylesine bir fırtınayı hiçbir zaman yaşamamıştık aynı zamanda akıl almaz bir yağmur yağıyordu, bardaktan boşanırcasına yağıyor demek dahi yetersiz kalır , bir nevi tufan günüydü. İşte o uğursuz günde oğlum arabayı kullanırken, elinde olmadan gerçekleşen bir kaza neticesinde -ki en ufak suçunun olmadığını raporda uzmanlar belirtmişti- nişanlısını kaybetti. Saatlerce elini bıraktıramamışlar, çok uzun bir süre tek kelime etmedi. Sayısız psikiyatriste gitmemize rağmen kesinlikle kimseyle konuşmuyordu ve eşim evdeki bu ortama daha fazla dayanamayıp çekip gitti. Oğlumla ben başbaşaydım. Aradan haftalar geçti en sonunda oğlum karşıma geçti ve bana o inanmakta zorlandığım hikayeyi böylece anlattı:

-Anne seni bu kadar üzdüğüm için çok çok üzgünüm ve de babam dahi terk etmişken beni ve de seni, senin hala benim için ayakta kalmaya çalışmanı vicdanıma sığdıramıyorum. Fakat artık benden daha başka bir şey beklememen gerekiyor. Aklımın başımda olmadığına inandığını biliyorum; ne yazık ki bu bile o kadar göreceli bir kavram ki,. Akıl zaten nerededir ki? Nefes aldığımız, burun deliklerimizden, ağzımıza dolan havanın akıl olmadığını kim bize ispat edebilir? Aklın bize dışarıdan verilen bir şey olmadığını, tüm korkuların, endişelerin ve kaygıların bize dışarıdan zorla, hayat enerjimizi emmek için verilmediğinin garantisi nerede? Korku ve kaygı ile biçimlendirilip ötesini göremediğimiz zihnimizin içinde hapis yatmadığımızın garantisi ne? Yine de bu hapishaneyi korumak için, oradan çıkmamak için elimizden geleni yapmadığımızın ispatı ne? Öyle bakma anne, delirmişim gibi. Kim daha deli o bile göreceli bir kavram. Fakat daha fazla zorlamayacağım o konuyu. Kazayı merak ettiğinin farkındayım. Hayır düşündüğün gibi gerçekleşmedi, E. yi bedeninden çıkarken gördüm. Garip bir şekilde gülümsüyordu bana ve sonra ne olduysa zihnime girdi. O zamandır beraber yaşıyoruz. Ben onun, gözü, kulağı oldum ve o benim her şeyim. Evet belki de aklımı kaybetmişimdir ama anlattığım gibi; aklım iyi bir şey olduğunu sanmıyorum artık. E. zihnimdeyken gelecek korkumuz yok, yalnız kalma korkumuz yok, ölünce ayrılmak zorunda kalacağımız gibi bir korkumuz da yok. E. nin bana dediğine göre bir sonraki fırtınada burada olmamızın bile gereği kalmayacakmış. Ah anne, keşke inanabilseydin, bu dünyada olunamayacak kadar huzur doluyum. Hayat ve ölüm arasındaki tek farkın istemsizce soluduğumuz akıl olduğunun farkındayım artık ve ondan da kurtulacağız. Tekrardan sessizliğe gömülürsem üzülmeyesin daha fazla. Sen, ben, o, biz, siz ve onlar aklın olup olacağından çok daha büyüğüz ve aklım sınırları dışında yaşamamız gerekir.

Tek kelime etmedi daha sonra ve ben her şeye yabancılaştım, eski dostluklarıma, insanlara ve yeni arkadaşlıklara kendimi bitkilere ve hayvanlara verdim ne düşüneceğimi neye inanacağımı dahi bilemeden, kafamda binlerce cevapsız soruyla dımdızlak kalakaldım hayatın karşısında. O kadar savunmasızım ki her yerden vurabilir.

Beynim zonklarken tüm bu düşüncelerle, diğer taraftan dalgaların üzerime üzerime geldiğinin farkında olamamışım. Fırtına çıkmıştı, sahildeki herkes alelacele kalkmış ötelerini berilerini hızlıca toplamakla meşguldüler. Ben de kalktım ve ne varsa çantaya doldurdum. Eve doğru hızlıca giderken, oğlumun bir sonraki fırtına ile ilgili dedikleri tekrardan geldi aklıma, beynimden vurulmuşa döndüm, koşturmaya başladım bir taraftan hızlıca yağan yağmurla sırılsıklam olmuş diğer taraftan fırtınanın beni bir yerlere savurmaması içine önüme gelen direk ve ağaçlara tutunmaya çalışıyordum.

Eve vardığımda karşımda oğlumu ve beş yıldır ölü olan nişanlısı E.'yi görünce, zaten bir şekilde içten içe biliyor olduğum ve beklediğim fakat olmaması gereken bir olayın gerçekleşiyor olduğunu anlamıştım. Oğlum gidiyordu. İkisi elele tutuşmuş, gülümsüyorlardı bana. Yüzümdeki çarpık gülümsemeyle bakakaldım onlara, kapıya doğru yaklaştılar, son bir kez kafalarını çevirip baktıktan sonra kapıdan geçip gözlerimin önünde yok oldular.

Ve ben öylece kalakaldım.

Esindaş
, ,

Bayan Kara


Bayan Kara belki de dünyanın en iyi annesiydi ya da benim tanıdıklarım arasında en iyisiydi diyeyim. Pencerenin önünde ya da apartmanın minik bahçesinde rastlaştığımda benimle göz göze gelmemek adına elinden geleni yapardı. Benden bir zarar gelmeyeceğini bilmesine rağmen, umursamaz, gözardı eder, bazen de gözlerini kısıp tehditkar bakışlarla yerimi bilmemi söylerdi ve ben her zaman yerimi bilmişimdir. Onun hamile olduğunu ilk fark ettiğimde şaşırmıştım ne yalan söyleyeyim, o kadar soğuk bir kadının bir yuva sahibi olacağı fikri çok uzak gelmişti bana.

Hamileliğinin son dönemlerinde bebeklerini doğurmak için yan komşunun bahçesini seçmesine çok üzülmüştüm, tamam, bana karşı hiçbir sempatisinin olmadığını biliyorum fakat bizim bahçenin nesi eksikti? Kaldı ki çevresi telle sarılı olduğundan çok daha korunaklıydı. Fakat yapacak pek bir şey yoktu, karar Bayan Kara'nındı. Bebeklerinin doğumuna şahit olamadım, doğduktan birkaç hafta sonra yan bahçedeki çalılıkların içinde hareketlenme fark edene kadar nerede olduklarını dahi bilmiyordum. Yaklaştım çalılıklara, birbirine sarılmış yumak olmuş, dört biçare beden, hayata karşı korunmasız ve bir o kadar dirençli, minicik, pembe burunlarıyla algılamaya çalışıyorlar çevrelerini. Bayan Kara gelene kadar seyrettim onları, geldiğinde ise onu kızdırmamak adına hemen ayrıldım oradan.

Bebekler bir ayı biraz geçmişken bizim bahçeye gelmeye karar vermiş Bayan Kara. Taşımış bebeklerini teker teker, bir sabah uyandığımda balkonun hemen yanında emzirdiğini gördüm, göz göze geldik, kısık gözlerle baktı bana, belli ki izlenmek dahi rahatsız ediyordu onu. Bayan Kara kimseye boyun eğecek, yalvaracak, amenna diyecek bir kadın değildi ve biliyorum açlıktan kırılsa dahi bana bir şey belli etmeyecekti, tam da bu yüzden mamasını suyunu eksik etmedim bahçeden. Bebekler büyüdükçe daha çok enerjiye ihtiyacı vardı, hatta artık bebeklerine çöpten de mama taşır olmuştu, geceleri ağzında büyük bir lokmayla gelişini yavrularını yanına çağırışını ve yemeği ortaya bırakışını hiç unutmam. Yavruların anne gelince sevinçlerini, koşuşturmalarını, anneye sürtünüşlerini ne zaman hatırlasam gözlerimin dolmasına engel de olamam. Bahçeye çıktığımda, onları izlemekten büyük keyif alırdım. Bir kere bile sevmedim ne de okşadım başlarını, anneleri gibi olmalarını istedim, kendi başlarının çaresine bakmalarını istedim ve insanlara güvenmemelerini, çok istememe rağmen sevmeyi, taş gibi izledim onları.

Gözüm onlardaydı, hayatın minicik yavrular için ne kadar çetrefilli ve zor olacağını biliyordum fakat onların bunun farkında olmadığını da biliyordum. Neşeleri görmeye değerdi, anneleri onları hayata büyük bir özveriyle hazırlıyordu. Bahçeden en az beş fare ölüsünü temizlediğimi hatırlıyorum ve sayısını bilemediğim kadar çok kuş.

Yavruların başına bir şey gelmesinden o kadar çok korkuyordum ki, bir tanesini eksik görsem, bin bir tane korkunç senaryo kurardım kafamda ve o olay geldi başımıza. Sıradan bir yaz akşamı, aşırı hızlı bir araba, bir tanesini aldı aramızdan. Yataktan çıkamayacak kadar derin bir üzüntü içindeyken, annenin çoktan aramayı bıraktığını fark ettim. Yapabileceğini yapmış, her yerde aramış ve bulamayınca hayatına devam ediyordu. Günlük aktivitelerine ara vermedi, "bunlar neden benim başıma geldi" diye sorgulamadı, "benim günahım ne, yavrumun günahı ne" demedi, benim dahi kendimi toparlayamadığım olaydan bu kadar az etkilendiğini görmek bir taraftan sevindirmişti beni, geride üç yavrusu daha vardı ve hayatı bırakamazdı.

Hayatı Bayan Kara'nın gözünden anlamaya çalıştım. Çaresizlik nedir bilmeyen, depresyon nedir bilmeyen, kahrolma nedir bilmeyen dünyanın en aklı başında kadınının gözünden. Hayat onun içinden öylece geçebiliyordu, tepki verebileceği zaman veriyordu, savaşabileceği zaman savaşıyordu fakat gelecek korkusu yoktu. Şimdiki zamanda o an başına gelen neyse onu yaşayıp geçiyordu. Oturup düşünmüyordu, senaryo yazmıyordu, korkudan büzüşmüyordu. Hayatın, önüne set çekilemez, çoşkulu bir nehir olduğunu bizden, bilinçlilerden, daha çok farkındaydı. Başına ne gelirse yaşarsın, pes edemezsin.

Bayan Kara yeniden hamile kalana kadar yaklaşık üç ay yedirdi, içirdi ve yabani beslenmeyi öğretti onlara, büyüdüler, geliştiler. Kalan üçü öğrenmişti artık arabaları. Bayan Kara gittiğinde hala oyunbaz fakat hayata karşı daha teşekküllü durumdaydılar. Bahçeden ayrılmadılar, arada bir uzaktan kuzenleri geldi bahçeye, yeni ölü kuşlar ve farelerle beraber.

Bayan Karayı çok uzun zamandır görmemişken, bir gün bir başka bahçenin altında, karnı şiş uzandığını gördüm. Yanına yaklaşıp yaklaşmamakta tereddüt ettim. Gözleri daha sempatik mi bakıyordu yoksa ben öyle mi umuyordum bilmiyorum, yaklaştım yanına, bağdaş kurarak oturdum. Ne kadar oturduğumu bilmiyorum, gözlerimi saygılı bir sessizlikle kapatmışım. Onun sesiyle açtım tekrardan:

Hayatı sorgulayamazsın insan, çırpınırsan boğulursun insan. Çaresizlik, çırpınarak boğulduğunun göstergesidir. O akıp gitmelidir, onu tutamazsın, değiştiremezsin, o senin başına gelen şeydir, iyi ve kötü yoktur onun gözünde. Sana sunulan dışındakini alamazsın. İçinden akıp gitmesine izin ver ve ruhunu temiz tut. Her şey gelip geçecek ve milyarlarca yıldır yeryüzünü aydınlatan bu güneşin altında yeni bir şey bulamayacaksın. Pes etme, çırpınma, savaşma, aklını ve vicdanını temiz tut ve ötesini bırak.

Hayatla ilgili toparladığın bölük pörçük, yanlı yanlış bilgileri beyninde büyük bir bilmecenin parçalarıymış gibi ölçüp biçme. Altında yatan büyük gizem senin sevgi dolu yüreğinin ta kendisidir unutma. Zihnine egemen ol ve kurgulamasına izin verme. Hayatı aklınla çözemezsin aklın hayatta kalma enstrümanıdır, tek kullanımı o olmalıdır. Sevginle çöz, yüreğinle çöz.

Sevgiyle ve vicdanla kal insan.

Uyandım, Bayan Kara uyuyordu hala. Çevreme bakındım, neyse ki çevrede kimse yoktu, kara kediyle konuşan, üstü başı toz olmuş, saçı başı dağılmış bir insanla ilgili düşünülebilecek şeyler canımı sıktı. Kalktım hemen, eve doğru giderken kalbime baktım, ne kadar çok üzgündü, omuzlarıma binen varoluş yükü karartmıştı onu, paramparça, çaresiz, pes etmiş, iki büklüm kalmış, çarpmakla, çarpmamak arasında, yaşar gibi ölü gibi, çökmüş bir zavallı. Onu öyle görünce Bayan Kara'yı anlar gibi oldum ve temizlemeye, üzüntülerini sevgiyle yenmeye ant içtim.

Esindaş
, , ,

Mavi Kız


Tablonun içinden geldi kız,
Tuzlu saçlarını evin içine silkeledi.
Yaralanmamış ne ruhu, ne de bedeni.
Neredeyim ben diye sordu.
Bakışları titrek, bakışları saf.
Yanlış gelmiş olmalısın dedik,
Tabloda deniz vardı,
Birdenbire yarıldı ortadan
Ve sen çıkageldin.
Fakat burası sana uygun değil dedik hepimiz.
Geri dönmelisin
İyiliğin ve güzelliğin ülkesine,
Buranın kokusu bir kere sindi mi üzerine,
Geldiğin yer geri almaz asla seni
Kan, öfke, hiddet, kibir
Sen bilmezsin bunları
Ve iyisi mi bilmeden git, hemen şimdi.
Siz de gelin benimle dedi ıslak kirpikleriyle
Hayır dedik buradayız biz,
Kapıları kollarız
Kirlenmesin diye geldiğin yer.
Bir gün bir kaç iyi insan
Buradan umudumuzu yitirince
Kapıdan geçip, sonsuza kadar kilitleyeceğiz.
Tamam dedi mavi tuzlu kız
Denizin içine daldı
Ve deniz tablo oldu
Ortadan kayboldu.

Esindaş
, , , , ,

Tohum


Yolda giderken bir gün
asık suratım bitmiş hayallerimle ben,
minik minicik bir tohum buldum.
Bildiğimiz tohumlardan farklıydı rengi,
dıştaki sert kabuğu;
kahverengi değil gök mavisi.
Pırıl pırıl parlıyor üzerinde küçük küçücük noktalar.
Mücevher bulmuşcasına sakınarak aldım avuçlarımın arasına,
bıkmıştım ben o yoldan,
yorulmuştum sıkılmıştım,
bulana kadar.
Sonra yolu sevdim,
yol boyu yürüyen insanları sevdim,
gözlerindeki pırıltıyı sevdim,
yaşlı anam babam dahi sevdi,
onlar dahi sevindi,
herkes bulmuş o tohumdan,
herkes ekmiş aynı anda,
düşündüğümüz kadar kötü değil dünya demişler,
bir umutmuş bizim
yaşadığımızı hatırlatan.
Avuçlarımın arasında sakladığım mücevheri
aldım ve gömdüm toprağa,
gözüm gibi baktım,
sakındım rüzgarından, güneşinden,
börtüsünden, böceğinden,
gülümsedim her şeye.
Tüm hayvanlar da gülümsedi benimle,
keza onlara da bir söz vardı tohumun içinde.

Esindaş
, , , ,

Vatan


Uyuyakalmışım sahilde,
tatlı tatlı dalgalanan maviliklerde,
uyandırmaya çalışmışlar çok
hiç oralı olmamışım.
Ben uyurken yıllar yıllar boyu,
altımdaki hasırı almışlar önce,
hafiften batmış taşlar,
aldırmamışım.
Şemsiyemi çalmışlar,
kurumuşum güneşin altında,
akken karaya dönmüşüm,
susamışım da çok,
farketmemişim.
Başımdaki şapkayı da almazlar artık derken,
bir bakmışım o da gitmiş,
dert etmemişim.
Okuduğum kitabı aşırmışlar,
yediğim aşımı,
aç kalmam ben derken
acıkmışım yavaştan,
umursamamışım.
Denizde balık bitmiş ben uyurken,
ağaçlardaki kuşlar, kümesteki tavuklar eksilmiş,
aldığım nefes dahi kirlenmiş,
hadi ordan demişim hadi oradan,
fakat eziyet çeken bir hayvanı
ta karşıdan görünce
uyandım ben,
çünkü ben belki de tüm kötülüklerin anasıyım
diğer tüm insanlıkla beraber,
her türlü kazığı atsak birbirimize
ruhum ne duyar ne aldırır,
fakat eziyet çeken bir hayvan için
suçsuz, günahsız bir gariban için
akan sular durmalı, güneş içinden patlamalı
saçmalı ateşlerini, alev alev yakmalı
dağlar yarılmalı ve dışarı akmalı.
uyandım ben de işte
ne kendim için, ne de geride kalan insanlık için
sadece o kadar eziyete rağmen
masumca bakan bir çift göz için.

Esindaş
, , , ,

Baykuş


Hayatımda ilk defa o gece baykuş görmüştüm. Her yer zifiri karanlık ve ben neden olduğunu dahi hatırlayamadığım bir sebepten ötürü dışardaydım, elektrikler iki gündür kesik olduğundan sokak lambaları da yanmıyordu, değişik bir korku içime dolmasa, gökyüzünde gördüğüm binlerce küçük yıldızın pırıltısının yeryüzündeki nesnelerde yansıdığını görebilirdim belki de ve fakat malasef karanlıkta körüz biz ve bir o kadar da korkağız. Yaşama dört elle sarıldırtan ölüm korkusu yüzünden koltuğundan kalkamayan bezgin, yılmış, zavallı, ruh hastası bir bireye dönüşmeye başladığımın farkındayım ve bunu kendimde görmek dahi binlerce dikenin yüreğime girmesine benzer bir his yaratıyor ruhumda. Karanlığa gözüm alışmaya başlıyor yürüdükçe ve merak korkuya meydan okuyor. Gökyüzünün bu kadar yıldızla dolu olabileceğini hayal dahi edemezdim ve bu sessizlik içinde kulağıma gelen karanlığı seven yaratıkların cümbüşlü sesleri, kendimi bambaşka bir dünyaya adım atmışım gibi hissettiriyor.

Patika yoldan ormana doğru ilerlerken geçtiğim her bir çalılığın içinden garip hışırtılar duyuyorum, dallar fısıldaşır gibi birbirine çarpıyor, arada bir denizden geldiğini varsaydığım bir uğultu kulaklarımı rahatsız ediyor. Beni bu saatte dışarı çıkartan, karanlıkta ormana doğru gitmeme sebep olan durumu hatırlamaya çalışıyorum. Ne olmuştu da dışarı çıkmıştım? Hafızam hiç olmadığı kadar kötüydü, zorluyorum ve bölük pörçük bir telefon konuşmasını hatırlamaya başlıyorum. Gecenin kaçıydı? Uykumdan uyandığıma göre oldukça geç bir saat olmalıydı, kalbim küt küt atarak açmıştım o telefonu. Galiba genç bir kadın sesi ya da küçük bir kız mıydı bilemiyorum; "abla, abla" deyip duruyordu, bir taraftan da ağlıyordu, hıçkırıkları içimde bir şeyleri, ta derinlerden bir şeyleri parçalamıştı. Biraz daha zorladım hafızamı, "her yer kan oldu" gibi bir şeyler söylemişti sanırım ya da şöyle miydi, "kanıyorum, hemen gelmelisin". "Ne kanı, kimsiniz" demeye kalmadan garip bir uğultu ile kapanmıştı telefon. O uğultuyu hatırlayınca deminden beri kulağıma gelen sesle aynı olduğunu fark ettim. Bana her ne oluyorsa ya da istemsizce her ne yaptırılıyorsam, doğru yolda olduğum besbelliydi. Şu anda ilerleyen ve bu eylemleri aklımdan izin almadan yapan bedenim çok farklı bir kuvvetin etkisi altında olmalıydı. Fakat o kuvvet neydi? Tanımadığım bir kızın bana telefon açmasına neden olan kuvvetle, beni gecenin karanlığında ormanın derinlerine ilerleten aynı kuvvet, fakat baktığınızda hayatın ta kendisi böyle bir şey işte. Bilinmeyen nedenlerle canınız bir şey ister ve onu yapmaya koyulurken hayatınız bambaşka bir yola girer, sözüm ona bilinçlisinizdir, hayır, yüz bin kere hayır, bilinciniz rüzgarda dans eden bir yapraktan ötesi değildir ve rüzgardır asıl onu oynatan. Kuvvet rüzgardır ve rüzgar üzerinde hiçbir hakimiyetiniz yoktur.

Baykuşu bu düşünceler arasında elektrik tellerinin üzerinde gördüm. Tüyleri bu kadar parlak ve gözleri bu kadar büyük ve canlı olmasaydı bu karanlıkta görebilmem imkansızdı. Bu kadar büyük gözlere sahip olan bir canlının diyeceği çok şey olmalı diye geçirdim içimden, diğer yandan bir ürperti yayılmıştı tüm vücuduma. Fal taşı gibi açılmış koskocaman gözlerle bana bakması dehşete düşürüyordu beni. Galiba gözleri beni içine alacaktı ve gene galiba o gözler tüm dünyaydı. bu gezegende olmuş olan ve de olacak her şey o gözlerde gerçekleşmiş ve de gerçekleşiyor gibiydi. Kafamı başka tarafa çeviremeyecek kadar hipnotize olmuştum. Birden havalandı kuş, önümdeki patikada alçaktan uçmaya başladı. Elimdeki pek de bir işe yaramayan feneri kapattım, baykuşun parıltılı kanatları yol göstericim oldu. Biz ilerledikçe uğultu da artıyor gibiydi, pırıltılı kanatlar artık kanat çırpmıyor gibiydi. Adımlarımı hızlandırdım. Baykuşun olduğu yere vardığımda, onu bir kulübenin damında bana bakar buldum. İçeriden gaz lambasının ışığı tahtalardan dışarıya sızıyordu. Uğultu tam da kulübenin altından geliyor gibiydi. Belliydi kaçışım yoktu, o kulübeye girecektim. Tek bir el hareketimle açıldı kapı ve gördüğüm manzara içimde birikmiş olan ve kabuk tutmuş büyük bir yaranın kanamasına neden oldu.

Karşımdakinin doğa ana olduğunu bir bakışta anladım, saçları ağaç dalları gibiydi, üzerinde birkaç yaprak ya vardı ya yoktu, zamanında kuşların yuva yaptığı belli olan dallarda şimdi çoktan ölmüş kuşların tüyleri yaprak misali sallanıyordu, parmakları kurumuş çer çöpe dönmüş, vücudu delik deşik olmuş, çıkartılan altın ve bakırlar küçük nehirler oluşturarak tüm bedenini yakmış, yer yer petrol siyahı pisletmiş zamanında bembeyaz olan tenini. Gözleri artık kurumuş göller misali solgun, ölgün. Bir zamanlar balıkları besleyen o gözlerde ne bir güç ne bir kudret kalmış ve belki de yavru bir balığın iskeleti gözünün birinden sarkan garip nesne. Yer yer işkenceye uğramış bacakları, derisi soyulmuş, kemikler dışarı fırlamış, onu ayakta tutan ne varsa eziyetle söküp alınmış üzerinden. Yaram kanadıkça kanıyor, ağladıkça ağlıyorum, gördüğüm, bir şey yapamadığım, elimin kolumun bağlı olduğu, hayvanlara yapılan eziyetlerin yüreğimdeki büyük yarası artık bir daha asla kapanamayacak olan o yara, genişledikçe genişliyor ve ben damarlarımda tek bir damla kan bırakmayacasına kanayan o yarama hiçbir şey yapmamaya kararlıyım.

Bağırıyorum, yalvarıyorum;
"Sen ölme doğa ana, sen ölme, ben öleyim senin yerine, tüm o hayvancıkların eziyetini bana yükle, benim yaşamam büyük hata, böylesi bir kan gölünde durabilmem ve görmek istemediğimde kafamı çevirebilmem büyük hata, gücüm senin olsun, kanım senin olsun. Yaşaman lazım ve koruman lazım tüm o dört ayaklıları, sürünenleri, kanatlıları, yüzenleri, onları koru, beni al"

Çok geç artık dedi doğa ana ve son nefesinde bana o manzarayı gösterdi. Nutkum tutuldu gördüğüm şey karşısında, bir süre nefes dahi alamadım ve tek bir cümleyi kulağıma fısıldadı;
"Az kaldı, çok az kaldı".

Esindaş
, , , ,

Lafımı Etmeye Dahi Değmez


Beş yaşındaydım;
kumsalda kumla oynarken
kocaman bir deniz kabuğu çıkardım
ve kulağına hayatın ve ölümün sırrını fısıldadım.
Bir bulutun sırtına koyup
gökyüzüne gönderdim.
Büyüdüm ve unuttum;
yaşamayı, ölmeyi ve hayatın o kutlu gizemini de,
büyük bir korku büyüdü yüreğimde.
O koca yürek ufaldıkça ufaldı,
sonra bir gün rast geldim o buluta,
ve birden hatırladım;
ne yaşamdan korkarım,
ne ölümden korkarım,
büyüğüm en az bir su damlası kadar
ve de cesurum en az bir çakıl taşı kadar ve yürekliyim hiçbir insanın olmadığı ve olamayacağı kadar
çünkü aslında ben tek bir andan ibaret uçucu bir zerreyim
ve o kadar kısa bir an için hayattayım ki
lafımı etmeye dahi değmez.

Esindaş
, , ,

Kapının Önünde


her gün ayrı bir kedinin beklediği
o kapının önünde
duruyorum öylece
içinde bir sır var
biliyorum
yelteniyorum açmaya
defalarca
geri dönüyorum
bir gün küçük bir çocuk
geldi dikeldi yanıma
biliyorum dedi neye baktığını
ne aradığını,
arıyorsun
tanımadığın bir insanın
gömülü olan sırrını.
hayır dedim bilemedin
o sadece onun sırrı değil
tüm insanlığın
ve ben çıkarttığımda
insanlar aidiyetlerinin
birbirlerine ve nesnelere değil
yıldızlara olduğunu
anlayacaklar
ve sonrasında
kalmamak için buralarda..
gerisini söylemem küçük çocuk
fakat şunu bil
o gün geldiğinde
toprak kaplayacak herşeyi
ve örtecek tüm pisliklerimizi...

Esindaş
, , ,

Önüm Arkam, Ötem Berim Yansıma Yansıma


Ağustos böceklerinin mevsimine gelmiştik. İnanılmaz bir sıcak, derimin üzerinde kalın bir battaniye sarılıymışcasına,örtüyordu üzerimi. Deniz sessiz bir mavi, tek tük balıkçı teknelerinde insanlar sıcağa aldırmadan atıyorlar oltalarını.Böylesine durgun sıcaklarda pek olay olmaz gibi gelir insana, hayvanlar uyur, saklanır gölgelerde, insanlar çıkmaz dışarı kolay kolay ve cırcır böceklerinin kulakları sağır eden bağırtısı dışında ses yoktur ortalarda.

Ben de o günü öylesine günlerden biri sanmıştım.Küçükken beri garip olayların gelişini önceden sezebildiğimi düşünmüşümdür fakat o gün hiçbir değişiklik hissetmemiştim, ben fark etmeden değişmişti her şey ve o zaman eskiden izlediğim filmlerden birindeki adamın dediğini hatırladım, "karımın böyle bir günde ölebileceği aklımın ucundan geçmezdi".

Pencerenin kenarına oturmuş, kendime güzel bir kahve yapmış yanına dün akşam yaptığım karamelli kurabiyelerden koymuş, elime klasiklerden bir kitap almış, ağır ağır okuyordum. O güne ait hatırladığım şeylerden biri de zihnimdeki düşüncelerın garip bir sis bulutu altındaymışcasına benden uzaklaşmalarıydı. Ya o andaki düşünceler bana ait değildi ya da hiçbir düşünce hiçbir zaman bana ait olmamıştı, bilmiyorum, bildiğim tek şey, o garip hissiyatın duyduğum acaip gümbürteye kadar devam ettiğiydi.Önce gök gürültüsü sandım, fakat tabi ki mümkün değildi, havada tek bir bulut yoktu, sonra denizdeki büyük gemiden geldiğini sandım fakat orada da bir hareket yok gibi gözüküyordu .Bu arada büyük ihtimalle gözlerime bir şeyler oluyordu, görüşüm bulanıklaşmıştı ya da zihnimdeki sis bulutu cisimleşmiş ve çevreye yayılmıştı; elbette ki en olasılık dışı teori buydu ve aynı zamanda en akla yatkın olanı da, böylesine aydınlık bir havada, durup dururken basan bu sis başka türlü nasıl açıklanır bilemiyorum.

Dışarıya bakmayı sürdürüyordum, sis bulutunun altında her şey eskisi gibi duruyordu fakat ses gitgide artıyordu, o gümbürtünün dışında hiçbir şey duyamaz olmuştum, evin içindeki eşyalar da sesle titreşiyor gibiydi. Titreşme arttıkça arttı ve bu esnada sis o kadar yoğunlaştı ki ellerimi göremez oldum. Odadaki eşyalarla beraber ben de titreşiyordum sanki, o an, bu sesi duyan ve bu sisi gören diğer insanların ne yaptıklarını hayal etmeye çalıştığımı hatırlıyorum. Titremeye engel olamıyordum, müthiş devasa bir korku sarmıştı içimi. Ölüyor muydum? İnsan böyle durup dururken ölür müydü? Böyle bir sesle ve böylesine yoğun bir sis altında mı ölürdü? Zihnimi toparlamaya çalıştım, hasta mıydım, bir yerden mi düşmüştüm,kalp krizi ya da beyin kanaması gibi ani gelişen bir sorunum mu vardı şu an, tam şu an? Ne yapıyordum en son? Kahve içip kurabiye yiyordum ve hayır bedenim de zihnim de gayet rahattı, sağlığıma bir şey oluyor olması pek de söz konusu değil gibiydi, zihnim bulanıktı evet ama bunun pek önemli bir ayrıntı olduğunu düşünmemiştim o an.

Öyle bir an geldi ki, titreşimin beni patlattığını sandım, aslında sanmak pek doğru bir tanım değil, beni patlattığına emindim. Parçalarım sisin altında oraya buraya dağılmış gibiydi, ellerim miydi o odanın bir köşesinden bana el sallayan? Ayaklarım da keza ritmik bir tempo tutturmuş gibi kendi kendilerine dans ediyorlardı,duyuyordum seslerini, sadece kafam kalmıştı belki de, ellerim olmadığından vücudumu kontrol edemiyordum. Böylesine şapşal bir tekerleme benim ağzımdan mı çıkıyordu? Yanlış hatırlamıyorsam şöyle bir şeydi;

Minik domuzcuk aynaya bakmış ve aynada görmüş bir domuzcuk bir kez daha baktığımda diğer domuzcuğun odanın gerisinden kendisine doğru görmüş yaklaştığını döndüğünde arkasını bıçağı sırtından değil yemiş kalbinden ve böylece öğrenmiş minik domuzcuk hayatın ibaret olduğunu yansımadan.

Hiçbir anlam ifade etmeyen bu tekerlemeyi söylemeyi bırakamıyordum. Kulaklarım sesimi odanın diğer tarafından duyar gibiydi, bu da demekti ki ağzım ve dudaklarım farklı yerlerdeydi, iyiden iyiye ürkmüştüm keza ölmüşsem bile devam eden bu işkence ölme korkusundan beterdi, hep denilenin aksine.Bedenimin parçalanmasına ne lüzum vardı, ona anlam veremiyordum, kalp krizi geçiren bir insanın cesedi bu kadar parçalanmamalıydı. Sonra birden aklıma geldi, üzerime bir bomba yerleştirilme ihtimali. Peki ya kim, ne zaman yerleştirmiş olabilirdi? Bu olasılığı da dışladı düşünen şey.Evet artık ben bir "düşünen şeydim", ötem, berim neydi, nerede bitip, nerede başlıyordum, sınırlarım neydi, beni ben yapan neydi? Kimdim? Benden ayrılan tüm bu uzuvlar beni ben yapan şeyse, düşünen şey neydi?

Tabi ki düşünme sürecini uzun zaman sürdüremedim çünkü büyük ihtimalle ben hatırlamıyor olsam da o da patlamıştı. Parçaları yerlerde olmalıydı. Havada asılı minik düşünce kırıntıları bana ait olan son şeyler olmalıydı. Düşünecek ne kalmıştı ki geriye, "düşünen şey" düşünce olunca, o da yo koldu.

İşte başıma gelen ölüm gibi şeyden geriye hatırladığım bunlar kaldı. Büyük gümbürtü gittiğinde ve sis dağıldığında, parçalarımın yerli yerinde olduğunu gördüm. "Düşünen şey" de yavaş yavaş ben oluyordu. Dağılmış parçalanmış kimliğimi geri aldım, ayaklarımı ellerimi ve geri kalanları da.

Pencereden dışarı baktım, dışarıda da her şey normal gibi duruyordu. Kafamı tam çevirecekken, tıpkı benim gibi insanların sokakta dolaştıklarını gördüm, pencereye doğru bakıp selam veriyorlardı. Kaç tane ben olduğumu sayamadım bile. Ne kadar çokmuşum öyle. Aynada yansımama baktım ve benim gibi 12 kişi saydım aynada.Beni taklit ediyorlardı.

Arkamı döndüm yansımalardan biri geldi ve bıçakladı beni. Fakat fark etmez benden o kadar çok var ki. Topraktan fışkıran çimen gibiler.Birden tiksindim her şeylerden, ne gerek var tüm bunlara diye dolanmaya başladım ve birden hatırladım, "big bang" gerçekleşmişti, büyük patlamayla çoğullaşmıştı her şey, tıpatıp birbirin aynı olan fakat bir şekilde farklı görünen, kendini tek ve biricik sanan çoğunluklar. Big bang aynı zamanda bir ego patlaması olmalıydı, kendi etraflarını tavaf eden minik küreler.

Ve işte böyle muhteşem bir cumartesi günü, çoğaldı her şey. Yarın pazar ve tatil ilan ettim.

Kıssadan hisse; her şey sıfırlanıncaya kadar kendini "ben" ilan eden büyük egolara dayanmalı. Sonrası tamam.

Esindaş
, ,

Kırmızı Rugan


Kırmızı topuklu ayakkabılarımı çıkardım kutusundan
yılların biriktirdiği tozun kirin altında
pasparlak kırmızı derisi
hangi kaldırım taşında
hangi asfaltta yürüdüm
bir bir hatırladım.
Beyaz yakanın altında kirli vicdan
topuklu muydu seni yükselten
değişik bir hal gelmiş o masum surete
orada burada hangi patrona
karşı belli olmayan
bir kaç yalancı sırıtışın
oluşturduğu yalancı çizgiler.
ve altındakilere kustuğun öfkenin
meymenetsiz ifadeleri
çok normal bir insansın
baktığında dışarıdan
herkes gibi
çalışkan hırslı
makamı seven, yüksekleri seven
zihninin içinde de herkes gibiysen
tüm dünya koca bir akıl hastanesi

Fakat ben fark ettim delirdiğimi
akıl hastanesini ve içindeki tüm delileri
gökdelenlerde ,metrobüslerde,
çift şeritli yollarda ve köprülerde bırakarak
oturdum bir deniz kıyısına
hedefsiz, umarsız
parasız doğru
fakat kimin umurunda?
ayağımda deri ruganlar yok
bildiğin adi plastik sandaletler
arada bir yokluyorum zihnimi
delilik kırıntıları baki
fakat şimdi
o deli esintilerle
Zihnimi oluşama yönelten
başka biri var beynimde.

ve bir insan daha eksildi kurtlar sofrasından
kimbilir belki
bir orangutan
yaşar bu sayede
ve ben bir bahar günü
her şeyi bırakmak isteyen
o fakir şair gibi
havayı ve denizi
koklarım bedavaya.

Esindaş
, ,

Tüm Evrenlerde Sen Varsın


"Güneşin batışını hiç bu kadar güzel görmüş müydün? Sarılı, pembeli, turunculu birbirine geçişken renkler. Her saniye farklı bir renk ön plana çıkıyor ve bir anda bir bakmışsın, güneş kaybolmuş ve renkler yerini alacakaranlığa bırakmış, gece olmuş, kuşlar susmuş ve gecenin karanlıkları ışığı ele geçirmiş".

Konuşmaya çalışıyorum, beni dinlediğinden bile emin değilim. Ne oldu bize böyle? Ne yapmam gerekiyor hiçbir fikrim yok. Yüksek bir yamaca oturmuşuz, harikulade bir hava var ve çok tatlı bir esinti saçlarımıza yumuşacık değiyor. Elini tutuyorum, çekmeyecek biliyorum fakat öylesine halsiz bir el ki, damarlarından çekilen kanın sesini duyuyorum neredeyse.Niçin? Minicik bir yaşama sevincine bile muhtacız. "Benimle konuşmayacak mısın" diye soruyorum kendisine, halsizce bir omuz silkişi bana verilen cevap oluyor. Gözlerimi uzaklara dikiyorum, deniz neredeyse ürkütücü lacivert bir renk almış, içim hafiften ürperiyor. Hala bırakmadığım elini daha sıkı tutuyorum. Nafile olduğunu bilmek benim bu hareketleri tekrar tekrar yapmama engel olamayacak. Üşüyüp üşümediğini soruyorum.

Birden yüzüme bakıyor, gözlerindeki delilik bir anlığına cisim bulmuşcasına masmavi parlıyor koyu siyah gözlerinde, bakmaya hep korkardım o deli gözlere ama şu an daha karanlık bir korku ile titriyorum. Kafasını çeviriyor ağzından tek kelime çıkmadan, ötelere çok ötelere gidiyor zihni, biliyorum. Bir an için umutlanmıştım, korkuyla karışık gariban bir umuttu benimkisi. Bana geri döneceği, tekrar konuşacağımız, güleceğimiz ya da ne bileyim sadece saçma sapan kavgalar edip birbirimi yiyeceğimiz günlerin bizi hemen şuracıkta, zamanın en yakın anlarından birinde karşımıza çıkacağına dair işkenceli umut. Ne yapsaydım ya bıraksa mıydım ötelerde onu bir başına. Ya da hakikaten bir başına mı? Bir keresinde sanki anlatır gibi olmuştu öte diyarları bana, yalnız olmadığını ve orada bir kadın olduğunu çıtlatır gibi olmuştu. Soramadım nasıl bir kadın olduğunu, saçının ne renk olduğunu, gözlerini. Söylemezdi de zaten, öte diyarların ketumluğu sinmiş gibiydi derisine, tenine.

Güneş tamamen battı artık, kalkmamız gerektiğini biliyorum. "Hadi, gitme vaktimiz geldi" diye usulca fısıldıyorum kulağına, daldığı derin hülyayı bir anlığına bırakıyor ve yavaşca kalkıyoruz. Yanıbaşımızda uzun yürüyüşten sonra dinlenmeye çekilen köpeğimiz de kalkıyor bizimle. Sanırım o bile biliyor, öte diyarların kokusunun her tarafına sindiğini, yaklaşamıyor yanına, iki yıldır benim yanımda yürüyor.

Evet tam tamına iki yıldır artık benimle değil. Bir sabah kalktığında bana hızlı hızlı her şeyi anlatmaya çalıştı.Önce bir rüyadan bahsediyor sandım, yaşadıklarını gerçekten yaşadığına inanmam en az üç ayımı aldı. Ne zaman rüyaya dalsa o aleme geçiyor artık, orada bir evi varmış ve bir kadın. O kadın. Dünyada değilmiş evi, ne de samanyolunda çok çok uzak galaksilerden birinde. Seviyor musun o kadını diye sordum ona, bilmem hangi cesaretle, evet dedi, evet. Hayatım iki dudağının arasına hapsolmuş, o ise hülyalar aleminde kaybolmuş ve ben yokmuşum. Yokum ben onun rüyasında, köpeğimiz de yok, evimiz, ocağımız da yok. Bana ait, şu an yaşadığımı sandığım hayata dair hiçbir şey yok. Ağladım çok, çok ağladım. Saldırdım, yumrukladım, tekmeledim, gidecek oldum ama hep kaldım yanında.

Eve geldik, hızlıca üstümü değiştirip yemeği hazırladım. Sessizce geldi masaya. Göz göze geldik. Gene o bakış, bu sefer sevgi mi vardı gözlerinin yamacından öylesine bana bakan delilikte, tuzla buz olmuş hayaller mi, aşk kırıntıları mı? Kalbim çarpıyor, keşke bakmasa bana öyle? Belki de acıyor halime, gidemeyişime acıyor. "Hadi" diyorum sesim titreyerek, "söyle ne söyleyeceksen bir an evvel söyle, yerimi yurdumu kaybetmişim ben, ötesinde berisinde ne varsa, dök içini ve kurtul benden"

Kalktı masadan.Elimden tutarak beni de kaldırdı. Eline bir gaz lambası alarak merdivenlerden aşağıya, bodruma doğru inmeye başladık. Benim bodruma girmem yasaktı, neden olduğunu sorduğumda merdivenlerin çok dik olduğunu ve başıma bir hal geleceğinden korktuğunu söylemişti, dahasını sormadım ona, tamam dedim ve girmeye hiç tenezzül etmedim. Şimdi ise büyük bir şaşkınlık içindeydim. Hızlıca iniyorduk merdivenlerden. Büyük bir boşluğa düşer gibi hissediyordum kendimi.En son basamağa geldiğimizde dört kapılı kocaman bir odanın içinde olduğumuzu fark ettim. Elimi bırakmamıştı hala, içimi rahatlatan tek şey buydu. Kapılardan birinin önüne kadar getirdi beni, "içeri gir" dedi "ya sen" dedim, "yalnız olmalısın" diye cevap verdi. Kapıyı zorladım, kilitliydi, elim cebime gitti ve kimbilir ne zamandır cebimde duran anahtarı çıkararak kapıyı açtım.

Ve böylece ben de öteye geçtim. Yanımdaydı. "O kadın da mı bendim" diye sordum ona "senden ötesini hayal dahi edemem" dedi, "suskunluğunda, hülyalarında, yalnızlığında, umursamayışlarında, görmeyişlerinde,karabasanında, gerçeğinde hep ben mi vardım" "evet" dedi ve "korkma sakın" diye devam etti, "ben yaratıcı gücü damarlarımda taşıdığımı fark ettiğimden beri kurduğum tüm dünyaların baş kahramanı olarak seni koydum, kalbimin tam merkezindesin ve benden tek bir adım, tek bir düşünce dahi uzaklaşamazsın asla". Anlamıştım galiba en sonunda, benim ondan öte bir varlığım olamazdı, atmosferim oydu benim, tüm evrenim. Sarıldım, sımsıkı sarıldım, "kopmamız mümkün değil o zaman, sen ölene kadar, varlığım senin o zaman" sevinçten ağlıyordum bu sefer, varlığımın varlığının içinde eriyip gitmesinden, aslında tamamen yok olmaya mahkum bir zerreciğin belki de sadece bir anlığına kendini sevilen ve çok çok sevilen bir kadın olarak görmesinden, hayat bulmasından, nefes almasından ve sonra birden hayal edenin cisimden vazgeçip ışığa dönmesiyle beraber hiç yaşamamış, hiç yaşanmamış gibi yok olup gitmesinden daha güzel bir şey düşünemiyorum şu anda. Varlığımda yalnız olmayacağım, yokluğumda ise yalnızlık nedir bilmeyeceğim. Bundan ötesi göz açıp kapayana kadar geçen bir avuç zaman.

Esindaş
, , , , ,

Katil! Ne Güzel Öldürdün'


Evin içindeki tüm lambaları kapattım, pencerelerden sokak lambalarının pis sarı ışığı giriyor, pek garip gölgeler oluşuyor duvarlarda. Gecelerin gölgeleri ayrı güzeldir gözümde, şekiller amorftur, ayırt edemezsiniz neyin gölgesi oynaşıyor boşlukta, hayal gücünüzü çalıştırmak zorundasınızdır. güneşin çiğ ışığını da hiç sevmem aslında, minik boşluklardan gizemli bir şekilde süzüleneni severim, her yeri aydınlatıp yeryüzünde bana ait hiçbir şey bırakmayanını değil; öyle naif bir şekilde aydınlatmalı ki eşyaları, her baktığımda başka bir şeye dönüşüversinler ve ben alabildiğince büyük bir hülyanın içinde kayboluvereyim. Her ne kadar kendimi gölgelerin arasına alsam da cımcızlak ortada gibi hissetmekten kurtulamıyorum. gerçekler izin verse, rüyalarım izin vermiyor. hayatım boyunca yapamadığım, başaramadığım, pes ettiğim ne varsa rüyalarda gösteriyor yüzünü ve ben pişmanlık nedir bilmezken kendimi yılgın bir çaresizliğin ortasında buluveriyorum; şu yaşıma kadar yaptığım her şeyin yalan yanlış olma ihtimaline karşı savunmasızım. Kendimi savunabileceğim temize çıkarabileceğim hiç bir yol bulamıyorum. Bu yükü bir başkasına yükleyebilmek isterdim ama bu fazlasıyla kısa bir yol olurdu ve her ne kadar akıl sağlığımı geri kazanmamı sağlayacak olsa da, artık bunun için çok geç kaldığımın farkındayım.

Akıl sağlığımı iyileştirmek gibi bir çabam olmayacak bundan sonra, bundan önce çabalamışlığım belki de şu an dizlerime kadar çamura batmışlığımın nedeni. Klinikte bende bir sorun bulamayacaklarına eminim fakat onlar bile benim şu hallerimin nedenini neye bağlayabileceklerini bilmiyorlar. Oysa ki ben biliyorum, kendime karşı derin bir tiksinti duyuyorum; bu Sartre'nin varoluşa karşı duyduğu bulantıdan farklı olarak varoluşa karşı duyulan büyük öfkenin tiksinmeye yol açması gibi bir şey. Ellerime, kollarıma, bacaklarıma ayaklarıma bakıyorum ve üzerlerinde oradan buradan fışkırmış yabani otları, kayısı ağaçlarını, domates fidanlarını görüyorum bazen de sararmış başakları ve onların arasında dolanan zehirli zehirsiz yılanları, arada bir yabani bir hayvanı kolumdan bir ısırık alırken yakalıyorum sonra daha büyüğü üzerime konup ağzında benden kopardığı parçayla beni yiyeni kıskıvrak yakalayıveriyor. Bazı bazı nehirler akıyor bacaklarımda, içinde binbir çeşit balık. Somon balıklarını görüyorum üreyebilmek için akıntıya ters yüzen aptalları, ayılara yem oluyorlar, binlercesi kıyıya vuruyor.

Döngüsel olarak her daim yeniden var olan ve bitmek tükenmek bilmeden geri dönüşüme uğrayan, yılmaz, yıkılmaz, yorulmak nedir bilmez canlılık beni yıldırıyor. Bundan bir kurtuluş arıyorum, söyleyin bana hangi doktor buna çare olabilir. Ölü derilerimin evin içinde yarattığı toz katmanına, yorganların içinde büyüyen ve çoğalan toz sever canlılara, onlar olmadan yaşayamayacağım bakterilere karşı ve en çok da kendime karşı çare olmak istiyorum. Benim deli hallerimle başa çıkamayanın öfkesinin dinmediğini bilmeme rağmen şüpheli çaydan bir kaç yudum daha alıyorum.

Hiçliğe dönüş vol. 1
Geçen gün yürüyüşe sokağa çıktığımda yolun ortasında garip bir kuş gördüm. Turuncumsu kızıl ve çok parlak tüyleri vardı. kuyruğu neredeyse kendisinin iki katıydı. Kanatlarını açtığında kanatlarının bir metre kadar genişleyebildiğini fark ettim ya da kim bilir belki daha fazla ve alev alev yanıyor gibiydiler. Bitmez tükenmez bir alevdi bu çünkü küle dönmüyordu o güzelim kuş. Yanına doğru ilerledim, alevler beni de sarar mı diye bir an bile tereddüt etmedim, doğrusu bu ya alevin en kirliyi bile en temiz yapacağına dair inancım tam ve küle dönmeyi her halükarda cesede dönmeye yeğlerim. Yanına vardım ve öylece kıpırdamadan duran ve neredeyse beni beklediğini varsayacağım güzeller güzeli alev kuşu, beni, kanatlarının üstüne alıp, gökyüzüne doğru, kıvılcımlar içinde havalandı.

Hiçliğe dönüş vol. 2
Çok hızlı uçuyordu, ilk önce nefes alamadığımı fark ederek panikledim, kuşa sesimi duyurabilmek adına bütün gücümle bağırıyordum, uzunca bir aradan sonra bunun nafile olduğunu ve sesimin çıkmadığını fark ettim, fakat bir şekilde nefes alabilmeyi başarmam gerekiyordu. İçime büyük ve derin nefesler çektim. Bu arada çoktan dünyanın atmosferinden çıkmış gibiydik ve teoride asla nefes alamayacağımı biliyordum. Boş yere çırpınışlar da bir işe yaramadı. Nefesim beni terk etti. Cismim de üzerimden bir giysi gibi yavaş yavaş sıyrılıyordu, panik halindeydim. Keşke haber bıraksaydım, minik bir kağıda karalanmış kapkara bir hoşçakal yeterli olmalıydı ya da planlamış mıydı bunu da? Kafamı geride kalanlardan çok çabuk toparladım. Ben dediğim şey artık nesnel bir şey değildi ve yolculuk devam ettikçe geriye ben olduğuma dair bir tek idea kaldığını fark ettim ve bir idea, bir düşünce dahi nesneldi. Karbon yapıtaşlarım tamamen yok olmuş olsa da kendini ben sana idea ile varlığımı devam ettirebiliyordum.

Hiçliğe dönüş vol. 3
Benim ben olduğumu sandırtan şey aynı zamanda yokoluşa karşı korkutuyordu. Yoksa o çayı hiç içmese miydim? Benden nefret ettiğini biliyordum fakat beni öldürmek basit bir nefretin ötesinde bir tutumdu. Bir yandan da garip bir şekilde rahattım alev kuşunun üzerinde, pek derdim kalmamış gibiydi. Yolculuk devam ettikçe düşüncelerimi toplamakta zorluk çekmeye başladım, anılar bulanıklaşıyordu, nereli olduğum, çalıştığım işler, sevdiklerim, anam, babam kardeşimin kim olduğunu ve asıl beni öldüreni hatırlamakta güçlük çekmeye başladım. Sona doğru çocukluğumdan kalan şöyle bir kare kaldı; yemyeşil bir bahçenin ortasında kocaman bir kaplumbağanın üzerine oturmuş bahçeye giren arıktan akan suyu izliyordum ve arada bir beni öldüren kişinin kimliğine giren arıktaki yeşil kurbağa kendi kendine tekerleme mırıldanıyordu:

Ben küçük minik bir tırtıldım
içimden siyah civciv çıktı
algıladığım örüntüler de
zihnimin ötesini açtı.

Esindaş
, ,

Samanyolu


"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor."

Artık ona yarı deli gözüyle bakıyorduk. Çocukluğundan beri bilirdik onda garip bir şeyler olduğunu. Fazlasıyla sessiz, içine kapanık bir çocuktu fakat yeri geldiğinde büyümüş de küçülmüş pozlarıyla hiç beklemediğiniz cevapları alırdınız ondan. Aşırı dürüsttü ve konu komşu ziyaretlerinde kaç kere annemle babamın yüzünü kızarttığını hatırlamam bile. Bizim sır saklama, aileyi koruma huyumuza karşın, kardeşimdeki fazlasıyla gelişmiş adalet ve objektivite çoğu zaman yıldırırdı gözümüzü. Okulunda parlak bir öğrenciydi ve evde vaktinin büyük çoğunluğunu odasında tek başına kitap okuyarak geçirirdi. Soluk mavi gözleri vardı İnci'nin, soluk diyorum çünkü öyle bir maviyi başka türlü nasıl tarif edebilirim bilmiyorum, çok çok açık, bulutsuz bir yaz gününde gökyüzünün mavisi gibi. Bakamazdım gözlerinin içine, beni yok ediverecekmiş gibi, hiçliğe düşüverecekmişim gibi olurdu, oysa ki hayatı severdim ben, güzel kıyafetleri, kırmızı pabuçları, rengarenk kalemleri, saçlarıma boncuklar dizmeyi severdim, bahçede toprakla oynamayı, kablumbağaları ve adını sanını bilmediğim rengarenk çiçekleri severdim, denizi severdim, yüzmeyi, güneşte yanmayı, kızgın kumsalda gözlerimden yaş gelene kadar yürüyüp denize atlamayı, kumdan kaleleri, çakıl taşlarını, çam ağaçlarını, kozalakları. İnci düpedüz farklıydı benden ve yıllar geçtikçe aramızdaki fark derinleşiyordu.

Yanlış hatırlamıyorsam ondaki en büyük değişim bir pazar günü başladı. Pazar günleri genelde bahçede mangal günü olurdu; halalar aileleri ile davet edilir, çoluklu çocuklu cümbüş şeklinde geçerdi. Ben oradan oraya kuzenlerle koşuşturmaya bayılırdım, nefes nefese kalana kadar türlü türlü eğlence bulurduk kendimize. İnci bir köşede ya da bir ağacın tepesinde -ki bu genelde dut ağacı olurdu-elinde yaşından büyük bir kitap, yaşından büyük diyorum çünkü 10 yaşından sonra çocuk kitapları okumayı bırakmıştı kendisi, arada bir ağzında beliren eğreti bir gülümseme ile bize bakar sonra gömülürdü satırların arasına. Neler okurdu, aklından ne geçerdi acaba? Ne düşünüyordu bizim hakkımızda? Hiç soramadım bunu kendisine fakat bir gün neden benimle ve arkadaşlarla vakit geçirmediğini sormuştum ona, gözlerime baktı, gözlerim yandı sandım, kırpıştırdım bir kaç kere, gözlerini bir an olsun benden çekmeden cevap verdi "her şey yok olmaya mecbur, yok olmayacak olanı arıyorum" ve ben ne demek istediğini soramadan o çoktan gitmişti karşımdan. Uzun zaman düşündüm bu konuyu fakat ben yok oluşlarla ilgilenmiyordum, canlılığı, kıpır kıpır atan kalbleri, güzel çiçek kokularını, yemyeşil kırları seviyordum, zihnimde üstünü örttüm derhal yokoluş beni de yakmadan.

O günün diğer pazarlardan pek bir farkı yok gibiydi, masaya oturup tatlı ve eğlenceli sohbetlerle yemeğe başlamıştık bile. İnci oturmadı bizimle, doğrusu bu ya pek de fark etmedik bunu, nerede olduğunu da o esnada düşünmüyorduk. Yemeğin ortasında İnci'nin yüksek sesle "kanalı değiştiriyorum şimdi" dediğini duyduk, o an birden derin bir sessizlik oldu, ne oluyor demeye kalmadan uyandım. Ne kadar gerçekçi bir rüyaydı diye söylendim kendime, yatakta doğrulmuş gözlerimi ovuştururken İnci'yi gördüm karşımda. Beni izliyor gibiydi, "Ne oluyor İnci tanrı aşkına, daha uyanamadım bile" diye söylendim biraz, omuzlarını silkip " Sen biraz kal burada, başka işlerim var " diyerek çıktı odadan. Kaç saat geçirdim orada hatırlayamıyorum, odada çok önemli işlerim varmış gibi, yemeği, içmeyi unutmuşum. Neydi ki o işlerim diye düşünerek dolandım oradan oraya. En sonunda kapıdan çıkmaya karar verdiğimde İnci'yi kapının önünde kollarını kavuşturmuş bana bakar gördüm. Ne yaptığını sordum, beni izlediğini söyledi, artık hepimize ekrandan bakıyormuş, kanalı istediği zaman değiştirebiliyormuş hatta çok yakında kontroller tamamen onda olabilirmiş. İnanamadım ve aşırı kızıp öfkelendim kendisine, ne yapmaya çalıştığını sordum, "hiç" dedi, sadece "hiç". Bu cevaba iyice tepem attı, tam elimi kaldırmışken kendimi mutfakta buldum. Ne zaman geldim hatırlamıyorum, bir şeyler atıştırmak için dolabı açtım , sonra birden duraksadım, yoksa bana bu kontrolüm dışındaki şeyleri yaptıran İnci miydi, inanılmaz korktuğumu hatırlıyorum, kontrollerin ona geçeceği ile ilgili dediklerini hatırladım. Mutfaktan kapıya doğru gidecekken kendimi tekrar buzdolabının önünde buldum.

Günlerim böyle ne zaman neyi yapacağımı bilemediğim ve kendi kendine yaptığım otomatik eylemlerle geçmeye başladı. İnci'nin bunda parmağı olduğuna adım gibi emindim. Zamanla bu kara büyülü oyunlarını da bıraktı, serbest kaldık hareketlerimizde fakat adım gibi eminim ki kardeşimin cismi burada olsa da artık başka bir boyutta gezinmekteydi, benim hayatımda ise onun soyut saçmalıklarına yer yoktu. Yaşamam lazımdı, görmem gerekenleri görmem, duymam gerekenleri duymam lazımdı. Şu an yaşadıklarımın ne gereksiz olduğunu düşünüp sadece 'hiç, hiç, hiç' diye haykırıp, pişman olsam da onu biraz olsun anlamaya çalışmadığım için, o zamanlar umut vardı içimde ufuk çizgisine bu ağır beden içinde ulaşabileceğime dair delice bir umut.

"Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor.
Bunca pislik arasında nasıl yaşayabiliyorum aklım almıyor."

Ve böylece başladı kardeşim bizden iyide iyiye kopmaya, bize tahammülü yok, kontrol etmekten de zevk almıyor ne zamandır, dünyaya tahammülü yok, maddeye tahammülü yok, garip bir şekilde derisi de artık bize benzemiyor, yer yer şeffaflaşan yerlerden çok kuvvetli bir ışık süzülüyor gibi hayret uyandırıcı bir şekilde parlıyor.

O gün geldi. Hepimizi topladı masanın başına önümüze samanyolunun takım yıldızlarını koydu. Sorar gözlerle baktık ona, "biliyorsunuz, görüyorsunuz halimi, maddeyi taşımakta zorlanıyorum, yıldız özüm fışkıracak yer arıyor ve ben maddenin ağırlığını taşıyabilen insanları gördükçe hayıflanıyorum, nasıl katlanabiliyorsunuz bilmiyorum fakat bana müsade; şimdi parmağımı koyduğum yere gideceğim ve hoşçakalından öte ne denir bilmiyorum" dedi ve parmağını nereye koyduğunu göremeden bir ışık huzmesinin gözümüzün önünde pencereden gökyüzüne yükseldi.

Hoşçakal İnci.

Esindaş
, ,

Mahkeme


Güneş yaramaz bir çocuk gibi, arada bir çıkarıyor başını saklandığı bulutlardan. bulutların rengi genelde koyu gri, yer yer pamuk beyazı. sadece burada bildim ben bu kadar güzel bulutu, renkten renge giren, şekilden şekile giren pofudukları. deniz hiç olmadığı kadar mavi ve ben nedense özellikle bu havalarda daha bir başka seviyorum denizi. havaya yaz kokusu sinmiş iyice, baharın renkli çiçekli kokuları yerine dikenli tozlu yaz kokusu. baharda açan o güzelim çiçeklerin yerini dikenlerin almasını garipsiyorum ve de üzülüyorum içten içe. yol kenarlarında adını sanını bilmediğim envai çeşit diken ve bol bol pisi pisi otu. Evlerin bahçelerinden sarkan kayısılar şeftaliler ağzımı sulandırıyor, bir kaç tane koparabilir miyim acaba diye düşünmeden edemiyorum, içimi çekip yoluma devam ediyorum denize doğru yokuş aşağı. Yaklaştıkça denizden esen tatlı bir esinti yüzümü saçlarımı nazikçe okşuyor, derin derin nefes alıyorum, ciğerlerime o tatlı bahar sonu yaz başı esintisini alabilmek adına. Karşıdan karşıya geçen minik bir kablumbağa durduruyor beni, ah çocukluğumun kurdela süslü kabukluları, ne severdim sizleri. Rahatsız etmemek adına hareket etmeden geçmesini bekliyorum, aheste aheste yürüyor, keşke konuşabilsek diyorum keşke, insan olmanın ne menem bir bela olduğunu anlatabilsem, bağışlarlar mıydı bizleri? Ben kendimi dahi bağışlayamıyorum. Geçti yumurcak sonunda, beni fark etmedi bile. Sağ tarafımda kocaman bir akasya ağacına selam veriyorum, sapsarı tüylü meyvelerine hayranım, ilk defa görüyorum bu kadar büyüğünü.

Denize yaklaştım iyice.

Kocaman bir mahkeme kurmuşlar gibi beynimin içine; annem, babam, dedem, ananem, babanem, öğretmenlerim, okul arkadaşlarım, iş arkadaşlarım, işverenlerim, kardeşim, kırdığım kalpler, komşularım, teyzelerim, halalarım, dayılarım, kuzenlerim, yeğenlerim parmaklarıyla işaret ediyorlar beni. Suçlu bu sayın hakim suçlu. Bön bön bakıyorum suratlarına, binbir tane sese cevap vermeye çalışıyorum.

Geldim artık denize. Bir kaç metre yükseklikten aşağıya mavi düzlüğe bakıyorum, her esintiyle içime giren yaşama sevincine sıkı sıkı tutunmaya çalışıyorum. Nafile! Sesleri daha yüksek çıkıyor. "Ne olur" diyorum, "anlamıyorum, sizi bu ladar kıracak ne yapmış olabilirim?" Tükürükler çıkıyor ağızlarından hakaret ederken. Ağıza alınmayacak küfürler ediyorlar ve ben ne yapacağımı bilmiyorum.

Arada bir dalgalanıyor deniz, minik bir koy burası. karşıyı çok net olarak görebiliyorum. bir kaç damla düştü burnuma, yağmur yağmaya başladı. "Kimdi onlar hatırlıyor musun" diye soruyorum önümde beliren hayale, gülümseyemiyor bile, gamzelerini özledim. "Hani karı koca atlıyor ya denize korkusuzca, arkalarında minik bir kağıt parçası kalıyor, neden atlamışlardı". Gülümsüyor galiba hayalet, gördüm gamzelerini, çok özlemişim, "adam çok hastaymış, ölmek üzereymiş, atlamışlar denize onurlarını kaybetmemek adına". "Evet" diyorum, "tam olarak öyle bir şeylerdi ve mutlu son" Kayboluyor hayalet.

Beynimdeki mahkemede yargılanıp suçlu bulunmama çok az kaldı. Minik bir karınca gibi izliyorum onları, tükürüyorlar, tekmeliyorlar, ezmeye çalışıyorlar,

Diktim gözlerimi denize, hangisi doğru? Şu an baktığım mavilik mi, yoksa zihnimin karanlık rutubetli alanlarında saklanıp zor günlerimde açığa çıkıp bana tehditler savuran, sosyo kültürel zorbalıklar mı?

Denizin, yağmurun, bulutların ve o tatlı esinintinin gücünden midir bilmem ama Karınca tekmelendiği yerden ayağa kalkıyor ,devleşiyor birden bir kaplan gibi, ağzını kocaman açıyor, çil yavrusu gibi dağılıyorlar. Öfkeli çok öfkeli kaplan, kaçmalarına izin vermiyor, yavaş yavaş yiyor hepsini, suları yerlere akıyor. Bir kaç dakika içinde yerde birikmiş sıvılar dışında onlardan hiç bir iz kalmıyor.

"Yağmur hızlandı iyice" diyorum, yeniden önümde beliren hayalete. " ve sanırım beni yargılayan mahkemeyi yerle bir etti kaplan", "artık benimle misin" diye soruyor ürkek bir gülümseme ile "evet seninim" diyorum.

Geri dönüş yolunda damarlarımda dolaşan şeyin artık insan kanı olmadığını biliyorum. İçimde yırtıcı ve korkusuz bir kaplan var, hissediyorum. İkimiz birlikte insandan da kaplandan da ve onların birleşiminden de daha güçlüyüz. Yeni bir türüz ve alt edilmeziz ve neyden korkacağımızı, ne yapacağımızı, ne yiyeceğimizi, ne içeceğimizi, ne giyeceğimizi sizler belirleyemeyeceksiniz. Esir aldıklarınızı da kurtaracağım.

Esaret çağı bitmiştir.

Esindaş
, ,

Fotoğraf


Kapı çaldı gene. yaklaşık bir haftadır gece saat ikide çaldığı gibi bu gece de çaldı. Aşağı inip kapıya bakmakla bakmamak arasında kaldım, bir taraftan korkuyorum diğer taraftan merak içindeyim. mevsim sonbahar olduğundan mahalle oldukça sessiz ve sakin, bu mevsimde terketmeye başlıyorlar insanlar yazlıklarını yavaş yavaş. En sevdiğim mevsim güz mevsimi, gökyüzü keskin ve göz alıcı bir mavi olmaz artık ve gözlerimi acıtamaz, şekilden şekile renkten renge giren bulutlar, orada burada,istediğiniz biçime girerek, ardından çıkıverecekmiş gibi duran bir mucizeyi saklar ya da en azından ben öyle hayal ederim. Kaldı ki mucizelere dair hayaller dahi yaşadığın toprakların tozundan suyundan etkileniyor. Hiç durmayın sorun insanlara, hayatta başınıza gelen en muhteşem şey nedir diye, alacağınız cevaplar; insanların hayal güçlerinin yaşadıkları hayatla doğru orantılı olarak ne derece kısıtlı olduğunu gözlerinizin önüne serecektir.

Bu sefer inatla çalmaya devam etti kapı elime telefonu aldım. 155 e bastım ve parmağım arama tuşunun hemen üstünde aşağı indim, inmemem gerekirdi belki de. Kapıya yaklaştım, bilmem hangi kuvvetin etkisiyle çevirdim anahtarı. kapı gıcırdayarak açıldı, hiç gıcırdadığını hatırlamazdım ve bir anlığına kendimi başka bir evde sandım, ne garip bir his, neyse ki uzum sürmedi. Kapıyı açtığımda gördüğüm karşısında daha da şaşırdım. Kaç yaşında olduğunu kestiremediğim, 4-5 yaşında diye tahmin ettiğim bir kız çocuğı kapının önünde gülümseyerek dikiliyordu. Elinde süslü püslü bir kutu vardı. Karanlık bir gecede ayışığı dahi yokken çocuk kocaman görünmez bir spot ışığı altında gibiydi. Işığın nereden geldiğine kafa yoramayacak kadar şaşkındım, gene de kendimi toparlayarak sordum:

-Nereden geldin böyle? Ne tarafta oturuyorsunuz? Annenin babanın haberi var mı bu saatte burada olduğundan?

Çocuk hala gülümsüyordu. Yüzünde ne kadar çok çil vardı öyle, kumral saçları iki örgü yapılmıştı ve üzerinde oldukça eski yıllara ait eski püskü bir tulum vardı. İçinde minicik çiçekleri olan pembe bluz bana eskilerden bir şeyi hatırlattı ama neyi? Bir şeyler söylemeye niyeti yok gibiydi. Kutuyu kapının önüne nazikçe bıraktı ve geri döndü, nereden geldiği belli olmayan ışık da onu takip eder gibiydi, bahçeden çıkınca gözden kaybettim. Kutu önümdeydi açıp açmama konusunda kararsızdım. Bu arada kuvvetli esen bir rüzgarla aniden üşüdüm, kutuyu da alıp içeri girdim. Miko delirmiş gibiydi, arkamda onu zar zor teskin etmişken şimdi kutu çok bariz olarak sinirini bozuyor gibiydi. Sakin olmasını söyledim, biraz hırlayıp söminenin önündeki yerine geri yattı. Yaşlı köpeğim, akıllı köpeğim benim.

Köpeğimi sakinleştirebilmeme rağmen, Ben de çok heyecanlıydım, kutuyu tutarken bir taraftan ellerimin titremesine engel olmaya çalışıyordum. üzerindeki mavi kurdelayı yavaşça çözdüm. Kutunun üst kapağını kaldırdım, içinde çok çok eski yıllara ait bir fotograf vardı. Küçül bir çocuk pasparlak yemyeşil gözleri, musmutlu, güven ve huzur dolu, tatlı mı tatlı, saf mı saf gülümsemesi ile annesinin elini tutmuş, ötesini görüyormuşcasına doğdoğru kameranın lensine bakıyordu. Bu fotografa ilk baktığınızda Tanrı bu ailenin başına kötü bir şey getiremez derdiniz, hayır getirmemeliydi, hiçbir anne be çocuğun başına kötü bir şey gelmemeliydi. O çocuğu, şimdi çok iyi yerlerde güzel bir iş ve kendine layık bir eş ile çocuklarını severken hayal edebiliyordum, herkes gibi o güzel gözlü kız da onurlu insanca bir hayat sürmeliydi. Dikkatlice baktım fotografa, tekrar tekrar. Kutuyu bana getiren kızın ta kendisiydi. Beynimden vurulmuşa döndüm. Gecenin dördü olmuştu, üşüyordum ve üstüne üstlük ölmüş olması çok muhtemel bir çocuk, kendisinin ve annesinin fotografını bir kutu içerisinde kapıma getiriyordu. Gözlerim kapanmaya başlamıştı, dogru düzgün düşünemediğimin farkındaydım. Uyumaya karar verdim.

Sabahın ilk ışıkları pencereye vurmaya başlamıştı bile. Ölü ve yılgın güneş. Kaç milyar yıldır oradaydı ve hala bu dünyada olan biten bu kadar kötülüğe rağmen nasıl ve neden ışıklarını göndermeye devam ediyordu? Çoktan patlayıp kara deliğe dönüşmesi gerekmez miydi? Yüreği nasıl dayanabiliyordu ısıttığı dünyanın üzerinde dökülen o kadar kana? Ben bile dayanamazken ve şimdi kimbilir neden ölmüş bir çocuk...

Neyse ki uyuyakalmışım. Kalktığımda saat öğledensonra ikiydi ve bombardıman gibi gürleyen gökgürültülerinden sonra inanılmaz bir yağmur başlamıştı. Yağmuru izlerken yavaş yavaş dün geceyi hatırladım ve çoktan ölmesi gereken güneşi.

Miko hala şöminenin önünde yatıyordu, kutu sehpanın üzerindeydi. Fotograf şöminenin üzerinde asılıydı. Oraya koymadığıma çok emindim, kutuya gittim, kapağını açtım, bir tane fotograf da oradaydı. Elimde birbirinin tıpatıp aynısı iki fotograf vardı. Anlam verebilmemin imkanı yoktu, olasılık dahilinde olan tek şey benim hala uyuyor olmamdı. Fakat uyanıktım hiç olmadığım kadar, hatta o kadar uyanıktım ki yağmur damlalarının tek tek düşüşlerini dahi hissedebiliyordum, cama vururkenki seslerini çok net duyuyordum, camda birleşerek minik nehirler oluşturmalarını, sokakta bir köpeğin kuyruğunu kıstırarak yağmurdan sığınacak bir yer aramasını, çevremde anlık olarak olup biten her şeyin büyük bir farkındalıkla görüyordum.

Bir diğer olasılık daha vardı elbet. Aynaya baktım ve korkuyla geri fırladım. Aynadaki ben miydim? Yüzümün yarısı yanıktı, bembeyaz saçlarım omuzlarıma iniyordu. Kırış kırış olmuş yüzümde yılların hezimetini gördüm, gözlerime baktım sönük yeşil gözlerime ve sonra herşeyi hatırladım o minik kız çocuğunu, yaşama sevincini, büyük hayallerini, insanlara olan güvenini, sevgiye olan inancını, dünyanın yeşil, kalplerin temiz, dimağların açık, vicdanların ana sütü kadar beyaz olacağına dair olan o sapmaz ve kaymaz güvenine.

Bendim o bendim. O körpe, temiz dimağın, o naif saf gülümsemenin sahibi bendim. Beni ezip geçen ve böyle yaralı, böyle tek başına bir dağ evine atan, hiç durmadan dönen çarkların gözü açık esiri ve sevgili tanrının yanlış gezegene atıverdiği zavallı kız çocuğunun dramı bir film şeridi gibi akıyor yağmur damlalarının çizdiği yolların arasında bir yerlerde.

Yüzümü kimin yaktığını hatırladım, tüm o insanımsıların yaptıklarını bir bir, tek tek hatırladım. Yağmur şiddetlendi ve ben en az onun kadar çok gözyaşı döktüm, tüm dünyayı gözyaşlarımla temizleyebilir miydim? o kadar çok gözyaşı var ki buharlaşıp acılaşarak bize geri yağan, ben de o gözyaşlarının sahiplerinden biriyim, başınıza, size gerçeği, ne kadar kötü, bencil, gaddar olabileceğinizi göstermek için yağacağım. Başıma ne geldiğinin önemi yok, anlatmam size. Biliyorum yağmur dinecek ve ben gene kendimi ve o küçük kızı unutacağım ta ki gömülmüş olan gecenin bir yarısı kapımı geri çalıp sabahına yağmurla sizin başınıza yağana dek.

Hoşçakalın, yağmurlarda görüşmek üzere...

Esindaş
, ,

Elmalar ve Kadın


Arabanın altına doğru eğilmeye çalıştım, elim kolum alışveriş poşetleriyle dolu olduğundan oldukça zorlandım, büyük ihtimalle bir kediydi gördüğüm fakat garip gölgeden kuşkulandım. Tam ben eğildiğim anda koskocaman bir yılan, üzerime atlayacakmış gibi hızla kıvrıla kıvrıla geçti önümden, dengemi kaybettim, poşetlerdeki meyve ve sebzeler yerlere saçıldı, yere düştüm. Özellikle elmalar her tarafa dağılmıştı, düştüğüm yerde onları toplamaya çalıştım. Günün tenha bir saatiydi ve hava oldukça kapalı olduğundan pek insan yoktu çevrede. Kollarımdan destek alarak kalktım, üstümü başımı çırptım. Bu mevsimde yılan görmek garibime gitse de, son günlerde yaşadıklarımdan ötürü dışımda gelişen olaylara karşı ciddi bir umursamazlık içindeydim.

Öteye beriye saçılan mutfak malzemelerini toparlayarak poşetlere geri koydum, elmalardan bir iki tanesi tam ortadan ikiye yarılmış gibiydi, değişik bir manzaraydı fakat kafam dolu, ilgilenmedim, yerden alarak çöp kutusuna attım. Arkadaki ağaçlardan garip hışırtılar geliyordu, güneş çoktan batmış olmalıydı ki hava iyiden iyiye kararmıştı. Uzaklarda bir yerlerde gökyüzü büyük bir gürültüyle aydınlandı. Değişik kokular geliyordu burnuma, yağmur kokusu, toprak kokusu, kırılan kalbimin kokusu.

Poşetleri arabaya yerleştirip çalıştırdım arabayı. Tüm kokulara egsoz kokusı da eklendi, kalbimin kokusunu daha yoğun almaya başladım, toprak kalpten üstünmüş diye geçirdim içimden nedensiz. Kaldı ki şu sıralar her şey nedensiz geliyor gözüme, durup dururken bir mektupla terkedilişim nedensiz, tanrının unuttuğu yerden ev satın almak nedensiz, tek başıma kalmak nedensiz, kafamdaki ağrı nedensiz, kollarımdaki halsizlik, zihnimdeki melodi nedensiz ve varlığım tamamen nedensiz ve belki de saydıklarım arasında en nedensiz olan şey 'varlık'. Acının insana değişik bir bakış açısı verdiği doğruymuş, şu an baktığım yerden durum oldukça vahim görünüyor ve canlılık denen zorbalığın eline esir düşmüş gibiyim.

Ormanlık yoldan geçiyorum şimdi, nedense yol kenarındaki lambalar yanmıyor, uzunları yakıyorum, bir iki damla yağmur yağmaya başladı bile, silecekleri çalıştırdım, yağmur bir kaç saniye içerisinde sağanağa dönüştü, eve beş dakikalık yolum var, doğrusu bu ya hava durumu ile de ilgilenemiyorum çok, derin bir umursamazlık hali. Etraf kapkaranlık elektrikle kesilmiş olmalı diye düşünüyorum, eve vardığımda yağmur da şiddetini azaltmış oluyor, hızla taşıyorum poşetleri, lambaya basıyorum çalışmıyor, neyse ki oraya buraya bir çok mum koymuştum, telefonun ışığı ile teker teker yakıyorum onları. Kediler karşılamaya gelmedi bugün, uyuyor olmalılar. Onların umursamazlığı çok daha tatlı ve yakışıyor, benimkisi ise kaba saba ve özünde tam bir numara. İçten içe yanan ve sorgulayan büyük ateş derin ve naif bir umursamazlığa asla izin vermez. Kof ve sıradan, ben insan değilim demekle olmuyor.

Elektrik geliyor, gözlerim yadırgıyor, hala alışamadım bu eve. Duvarlar rutubetten, nemden ve küften yer yer solmuş yırtılmış ve yıpranmış elma desenli duvar kağıdı ile kaplı. Salon, mutfak, yatak odası, tüm odalarda aynı elmalar. Banyonun fayansları elma şeklinde, görüp göreceğim en garip fayanslar bunlar. Doğrusu param ancak bu eve yetti ve uzun bir zaman bu elmalara tahammül etmek zorunda kalacağım. Sürtünerek geldiler kediler, gözleri mahmur bakıyor, kaç saattir uyuyorlardı kimbilir.

Poşetleri yerleştirmeye başladım. Son poşete geldiğimde duraksadım, elmalar oradaydı ve poşet garip bir şekilde hareket eder gibiydi, göz yanılması da olabilirdi tabi ve ben gene umursamadım ve açıp ağzını içine baktım, elmaların arasında sürüngen gözleri ile bana bakıyordu sinsi sinsi, fırlayıp kaçtı ve karşı duvara tırmandı. En az beş metre olmalıydı, az evvelki yılanın ta kendisiydi. Poşetteki elmalar kurt kaynıyordu, iğrenerek ağzını geri kapattım, kedilerim çoktan ortadan toz olmuşlardı, onlar için dertlenmemek gerektiğini biliyordum, saklanabilecekleri yerleri çoktu kaldı ki yılanın derdi benimleydi Orada duvarın üstünde -ki yatay nasıl durabildiğini aklım almıyor- bana bakıyor sarımtırak yeşil gözleriyle, ben de ona baktım. Hatta kendime kahve yapabilmek için su bile kaynattım bu arada. Bana orada öylece bakarak kendisini umursayabileceğimi düşünüyor mu gerçekten, kırık kalp kokusuna yılan kokusu eklendi ve hala bir toprak kadar baskın değil.

Kahvemi yaptım ve karşısına geçtim, yılanın bakışlarında bir yumuşama mı var ne? Neredeyse konuşacak benimle, ben ise onu öldürmenin yollarını düşünüyorum, hemen yanımdaki kilerden küreği çıkararak üç eşit bölmeye ayırabilirim kendisini, sonrasında da kafasını ezerim ya da üzerine fare ilacı püskürtebilirim ya da ellerimle boğarım, ona da varım çünkü binlerce onbinlerce ve belki de yüzbinlerce yılın kini var içimde, çoplak elle boğmak anca söker atar içimdeki nefreti.

Sorsa mıydım, neden bir kadının aklına girdiğini? Kadınlara olan öcü nereden geliyordu? Neden ilk erkeğin aklına girmemişti ve böylece saçlarından tutulup yerlerde sürünen, sadece çocuk doğurması ve kocasına bakması beklenen, çoğu zaman sadece etten ibaret olduğu düşünülen, çocuk doğurmadığı veyahut da doğurmayı tercih etmediği zaman aşağılanan, vurulan, tekme atılan, cadı diye asılan, aşık diye asılan, seviyor diye asılan, düşündü ve konuştu diye asılan, hakkını aradı diye asılan tüm o kadınlar yerine erkekler olmamıştı? İnsanların tanrıya ulaşmasını sağlayacak ve belki de onları birleştirecek babil kulesi bile bir kadın, bir fahişe. Sorsa mıydım bunları, yoksa öldürse miydim? Umursamazlığımın altındaki öfke fokurduyor hissediyorum, biliyorum, kırık kalbin kokusunun yerini yoğun bir öfke kokusu aldı ve bu hepsini bastırır, korkuyu da acıyı da.

Anladı, büzüştü olduğu yerden, korkmadığımı anladı sinsi bakışlı yaratık, onu gördüğümü ve tanıdığımı da anladı hain. Gözlerimi kaçırmayacağım senden, kandır hadi, dene tekrardan, sun bana sunacaklarını. Küçülmeye devam etti, kendi kendini yemeye başladı sürüngen, elmalar kayboluyor duvardan, alttan gökkuşağının renkleri çıkıyor, alacalı, bulacalı renkler birbirinin içine girmiş, koku değişiyor artık, huzırun kokusu geliyor burnuma, dünyanın en nefis çiçeklerinin kokusu, çok yoğun ve bir o kadar da ferahlatıcı.

Sabah oldu, güneş girdi içeri, karanlıkta yetişen ne varsa öldürdü, rutubet ve nem kokusu çıktı evden. İnsanlık değişti mi bilmem, kadınlar artık daha özgür mü bilmem ama ben değiştim.

Esindaş

8 Aralık 2018 Cumartesi

,

Böğürtlenler


Hayatın ne zaman nereden vuracağını hiçbir zaman bilemezsiniz, işte size en bariz ve tek gerçek eğer ki bir şeylere tutunacaksanız, öngörülemezliğine tutunun, bilinmezliğe tutunun. şimdiye kadar çoktan görmüş ve şu an görüyor olduğunuz size, görecek olduğunuza dair ne bir ipucu sunuyor ne de bir adım yaklaşabiliyorsunuz ona.

-Böğürtlenleri çok severim E. abla. En sevdiğim meyve neredeyse, bir de sulu ve kıpkırmızı kirazları çok severim. Dut da var elbet, şeker gibi tatlı olanları, kırmızı, beyaz fark etmez ama işte E. abla dedim ya, böğürtlenler en sevdiğim. Belki yeterince toplarsak annem pasta yapar bize öyle değil mi? Hani çok güzel kremalı pasta yapıyor ya ondan, en üstüne çikolatalı sosundan döktüğünde biz de teker teker koyarız topladığımız böğürtlenlerden. Hadi anlaşalım yemeyelim daha, olmaz mı?

Böğürtlen mevsimindeyiz ve yılın en sevdiğim zamanındayız, hava kapalı ve serin. Böğürtlenleri 29 eylülden önce toplamamız gerektiğine dair batıl bir inançla eylülün ortasında başladık toplamaya. Topladığımız kadarını toplayacağız şu iki hafta şeytanlar tükürene kadar üzerlerine. Teker teker, dünyanın en narin şeyiymişcesine nazikçe koparıyoruz. Hemen yanıbaşımızda minicik bir dere var ve tanıdığım herkeslerden daha yaşlı ve bilgin zeytin ağaçları insanlığın tarihini yazmaya devam ediyorlar. Eylülün başından beri yağan yağmurlarla bütün yaz kuru olan dere akıyor bugünlerde. Böğürtlen çalıları kuşburnu çalıları ile karışmış durumda. Biraz zorlansak da hoşumuza gidiyor, minicik sulu mor meyvelerini koparmak. Yeteri kadar kopardığımızda çimenlerin üzerine yanımızda getirdiğimiz örtüyü seriyoruz, sepettekileri koyuyoruz üzerine, mükellef şeyler gözümüzde; termos içinde çay, sütlü simitler, peynir, siyah zeytin, bal, chery ve cevizler. Sevgiyle bakıyorum Ay'a, kardeşime, ne kadar mutlu diye geçiriyorum içimden, bir yandan da telaşlıyım, yağmur yağacak gibi, ıslanır üşütürse kendimi hiç affetmem, kalın giydirdim gerçi, ayacıklarında botlar, üstünde yağmurluğu da var. Ne kadar mutlu Tanrım, izin ver. Bana bakıyor Ay, endişelerim yüzüme yansımış olmalı, soru sorar gibi dikti iri kapkara gözlerini, uzun kirpiklerini kırpıştırarak konuşuyor şimdi:

-E. abla hadi ama bozma ki neşemizi, tatlı tatlı oturuyoruz mükellef bir sofrada ağaçların altında. Geçen bir rüya gördüm, tıpkı burası gibi bir yerde tıpkı böyle bir piknik yapıyorduk, her şey çok güzeldi, ikimiz de çok mutluyduk. Bir kuş kondu soframıza, değişik rengarenk bir kuştu, gagası turuncu, tüyleri gökkuşağı gibi, yedi getirdiklerimizi, arkadaşlarını da çağırdı, üşüştüler başımıza sofrada ne var ne yok her şeyi tükettiler. Ben hiç korkmadım E. abla, çok sevdim o kuşları. Doyduklarında gökyüzüne doğru bir zincir oluşturdular ve sarı, mor, yeşil, turuncu, kırmızı, mavi merdiven basamaklarına dönüştüler ve ben içime dolan değişik bir sevinçle ya da ne bileyim bir çeşit aydınlanma ile çıktım o merdivenlere, sen aşağıda kaldın, ben çıktıkça sımsıkı tuttuğun elim ayrıldı senden, çıkmaya çalıştın fakat bir şeyler seni geri tuttu, kaldın aşağıda, ben yükseldikçe yükseldim. Neden gözlerin doldu abla? Çok çok güzel bir rüyaydı, kederlere gömülecek bir şey yok ki bunda. Fakat neyse neyse, ne düşündüm biliyor musun? Pastanın kremasını ben yapayım bu sefer ne dersin? Değişik bir tarif deneyeceğim. Bayılacaksınız biliyorum.

Daha fazla ağlamadan sildim gözlerimi. Bu sevimli çocuk böyle yapıyordu işte insanı, şaşkın, ağlak ve hüzünlü. Sanki asırlardır yaşamış bir zeytin ağacı gibi her şeyi biliyordu ve gene o zeytin ağacı gibi gövdesi kalbini taşıyamıyordu. Bu kadar sevgi dolu bir insan için insan bedeni ne derece acı verebilir onda görüyordum. Çok cılızdı Ay, çok çabuk hastalanır, yataklara düşerdi."Hiç halim yok Abla" derdi, "parmaklarımı kıpırdatamıyorum ama her şey çok güzel biliyor musun, halsizlikten bedenimi daha fazla hissetmediğimde, çok mutlu oluyorum, karanlıklardan sıyrılıyormuş gibi, göklere , yükseliyormuş gibi oluyorum". Aramızda çok kalamayacağını bir şekilde biliyordum, topraktan olmamalıydı o, uçuşan bir madde olmalıydı onun bedeni, toprak ağır, toprak bozar, toprak çürütür, onun kadar saf, büyük ve koca bir kalbi toprak taşıyamaz.

Yağmur birden bastırdı, sofrayı nasıl hızla topladım anlatamam. Minik cılız bedeni kucakladım Ay'ın, göğsüme bastırdım, üzerimdeki naylon yağmurlukla başını örttüm, koşturdum, 10 dakikalık yol 1 saat sürdü neredeyse, Yağmur yağdıkça ben ağlıyordum, içimde çok kötü bir his vardı, daralıyordum, hayır diyordum benim yüzümden olmamalı, koşuyordum ve ağlıyordum, çok mu geç yoksa?

Eve vardım, hemen çıkardım üstündekileri Ay'ın, şömineyi yaktım, üzerine bi havlu vererek oturttum onu. Annem bir odaya kapatmış kendini, çıkmadı bile, aklı başında değil ne zamandır fakat Ay'dan sakladım bunu, içten içe bunu biliyor ufaklık gene de annesini bir şeyler yaparken hayal etmekten hiç alıkoyamıyor kendisi, her şeyi ben yapıyorum ona. O çok sevdiği pastaları da kremaları da. Ay benim her şeyim, nasıl anlatsam bilmiyorum fakat hayatım onunkine bağlıymışcasına düşkünüm ona ve sırf bu yüzden kendime bir hayat kuramadım ve böylece annem rahat bir şekilde delirebildi sorumsuzca.

Titremesi geçti gibi fakat o kadar korkuyorum ki, rüyası da çok korkuttu beni. Bu yağmurdan dolayı bir şey olursa affedemem kendimi.

Şöminenin karşısında yanına doğru düştü Ay, kucakladım onu, yatağına taşıdım, alevler içinde yanıyordu. Yatağın başucunda elini tuttum Ay'ın, gitme Ay, gitme, yalvarırım gitme. elini sımsıkı tutarsam gidişini engelleyebilecekmişim gibi daha sıkı, sımsıkı tuttum onu. Açtı bir ara gözlerini, gülümsemeye çalıştı; "kuşlar abla, kuşlar, daha fazla duramam, çok ağır, taşıyamam bedenimi, kanat takıyorlar bana, uçacağız beraber." İki tane gölge belirdi Ay'ın omuzlarında, iki koca kanat, uçacak Ay'ım biliyorum, ya ben ne yaparım bilmiyorum. "İzin ver abla ve sakın üzülme" dedi Ay son kez ve kucağımda verdi son nefesini. Binbir tane gölge doldu eve, kanat çırpan gölgeler ve taşıdılar ayı.

Başka bir gezegenin ona ihtiyacı var biliyorum öyle bir koca yürek bu dünyaya fazla gelir. Barındırmazlardı onu, sevgiyi, nazikliği, kırılganlığı.

Böğürtlenleri çok severdi kardeşim beni ve zeytin ağaçlarını da, pasta kremasını da, bu dünyada görüp göreceği de onlar oldu.

Esindaş